Nihal Olçok; Evlat, Hasret, Aşk ve Şehadet

Nihal Olçok. Bu Anneler Günü’nü, onun tabiriyle ‘ilk’i olmadan geçirecek. 15 Temmuz’da şehit verdi hem oğlu Abdullah’ı hem eşi ‘Olçak’ı. 15 Temmuz Cuma gecesi, sıradan bir gece değildi ve fakat bizler sıradan insanlardık. O günden sonra hiçbirimiz aynı kişiler değiliz. Nihal Olçok hiç değil. Hepimizin içinde birden fazla kendimiz vardır. Onun içinde de tek bir Nihal yok ve o içindeki bütün Nihalleri tanıyor, seviyor, sahip çıkıyor. O Nihallerden biri oğlunu çok özlüyor, biri yemek yapıyor, biri gece ikide kabristana gidiyor, biri Sosyal Hizmetler bölümü öğrencisi… Ve Şehitoğlu Şehit isminde de bir kitap yazdı. O bunların hepsiyle birden güçlü bir kadın. Önce buluştuk, 2 saate kadar konuştuk ve sohbetimiz yarıda kaldı. Birkaç gün sonra yeniden buluştuğumuzda konuşabilmek uğruna bir sürü şey yaşamamız gerekti. Eve misafir geldi, gözünün içine baktım hadi hadi diye ve bekledim. Saat 11’e doğru başlayabildik. Konuşması zor, soru sorması, cevapları alması zor, diğer soruya geçebilmek zordu. Daha yazacak, söyleye­cek çok şey var. Ve biliyorum ki o, evlatları Şamil ve Emir’le, şehitleri Abdullah Tayyip ve Olçak’la yürümeye devam edecek.
 
Gün gelecek o köprüde buluşacaklar. Tam da olduğu gibi, olması gerektiği gibi. Ben, teyzemin kızı olan ablamla konuştum. Muhabbetleştik.

‘’Kendimi Tanıdığımı Zannediyormuşum’’
 
15 Temmuz’dan sonra ne değişti?
 
Hayatımdan iki mihenk taşı gitti. Bence sadece benim için değil, Erol Olçok’ın gidişi Türkiye için, sektör için, Tayyip Bey için de çok şeyi değiştirdi. Bir sürü kişi zaman içinde çok şeyin değiştiğini ve deği­şeceğini görecek. Anadolu’da çok güzel bir söz vardır; duvar yıkılana kadar ne kadar rüzgar tuttuğunu bilmezsin. O duvar yıkılınca fark edersin. Erol Bey hayatımızı darmaduman eden bir sürü şeyin stoperiydi, duvarıydı. Tabi benim için kaleydi. Abdullah, ilk. Ben anneliği ondan öğrendim. Ve bizim evin belirleyicisi de Abdullah’tı. Abdullah bir yemek yemiyor mu, öbürleri de yemezdi. O bir yere gelirse, diğerleri de gelirdi; yoksa gelmezlerdi. Çocuklar da ne isteyip istemediklerini bilmiyorlar aslında, bu süreçte onlar da kendilerini yeniden tanıyacak ve tarif edecekler. Tabii ben de bir daha Şamil ve Emir’in annesi olacağım. Çok şey değişti…
 
‘’Allah Abdullah’ın Kalbine Dokundu’’
 
15 Temmuz’dan öncesine baktığında Erol Bey ve Abdullah’ın şehit gibi yaşamışlar diyebileceğin anları var mı? Bir ruh, toz varmış dediğin anlar…
 
Abdullah kilolu bir çocuktu. Son bir yılda şehitlik üniformasının ona giydirileceğini Rabbim önce onun kalbine bildirdi. Ve kal­bi, zihnine; zihni bedenine… Çünkü Abdullah obezitenin eşiğindeydi. O kadar fazla hazır gıda tüketen bir çocuktu ki… Allah kalbine dokundu. Ve Abdullah artık büyüdüğünü ve bedenine sahip çıkması gerektiğini fark etti. Çok yoğun spor yapmaya başladı. Spor, sağlıklı beslenme­yi de yanında getirdi. Abdullah zaten 16 yaşındaydı. Ruhunda arındıracağı başka bir şey yoktu. Onun bir tek suni gıdalardan gelen ve muhakeme yeteneğimizi alan, kalbimizi de karartan etkilerinden Allah onu arındırdı. Son bir yılda obezitenin sınırında bir çocuktan sahnede vücudunu yarıştırabilecek kadar muhteşem bir vücuda sahip olan bir çocuk çıktı. Ben bunu Allah onu diriltirken, mahşerde tekrar bedenleri verirken Hz. Hamza, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin’le diriltecek diye yorumluyorum. Olmaz dedi Allah, bu bedenle olmaz. Onların yanına yakışacak ya, orada Abdullah’ın dünya ile rızkını kesti. O yaşta bir çocuğun gösterebileceği muhteşem bir istikrar gösterdi. Çünkü Allah dokundu Abdullah’ın kalbine, ona hissettirdi. Ve dünya şehvetini kesti. Gıda da bir şehvettir. Onu da yıllarca yanlış tanımladık. Çok sevdiğin ve vazgeçemedi­ğin her şey şehvettir.
 

nihal olçok merve tokyay röportaj

 
Abdullah sence şu an bir kahraman mı?
 
Ne ile mukayese ettiğine bağlı. Bedir ile, Çanakkale ile ediyorsan bilmiyorum. Bu genç çocukların Star Wars’takilerden daha iyi bir kahramana ihtiyaçları vardı. Bu da Abdullah oldu. Benim ve benim yaşımın üzerindekiler çok etkilendi, fakat gençler… Abdullah yaşıtı gençler benim gözümün içine öyle bir bakıyorlar ki, bir Abdullah yakalamaya çalışıyorlar orada sanki. O kadar derin bakıyorlar. Ve bu çocuklar çok enteresan ki bilgisayar çocuğu, Abdullah gibi. Aslında bizim çocuklarımızın hepsinin içinde bu kahraman var. İnsan fıtratı itibariyle bir sürü esmayı içimizde taşıyoruz. Ve bu esmaların müsemmalarını görmemiz için bizim alana ihtiyacımız var. El Afüvv esmasının tecelli etmesi için sizin önce bir küslük yaşamanız lazım ki birinin özrünü kabul etme noktasına gelesiniz.
 
Erol Olçok bir kahraman mıydı, ne eklendi sence şehitliğinden sonra?
 
Olçak, varlığı ile de yokluğu ile de bir kahramandı. O zaten bir sürü insanın da kahramanıydı. Olunmak istenen adamdı. İdealize edilmiş, idol… Evlatlarının, kardeşlerinin, yeğenlerinin, çalışanları­nın, dostlarının kahramanıydı o. Düş­manlarının bile… Olçak enteresan gönüllü bir adamdı. Yok demeyi bilmez, hayırı az kullanan, sert ama sonra bir anda da toparlayan bir karaktere sahipti. Yıkar, dağıtır ama sonra süpürgeyi faraşı eline alır dökülenleri toplardı. En derin duygusu ise vefa idi.
 
Mutlu bir insan mıydı?
 
Görünürde evet. Kalpleri bilen yalnız Allah’tır.
 
Şehit annesi misin, şehit eşi mi? Daha çok hangisini hissediyorsun?
 
Ben ikisine birden hiç ağlayamadım, üzülemedim. Çünkü taşımaz; ne yüreğim ne bedenim ne zihnim taşıyamaz… Bakıyorum, insan anatomisine sağ kol sol kol, sağ akciğer sol akciğer. Biz beden olarak hep ikiye ayrılmışız. Bir taraf dinlenirken bir taraf çalışıyor. Bu da öyle. Olçak’a ağlarken Abdullah’ın hiç ama hiç yokluğu gelmiyor aklıma, sadece onun için ağlıyorum. Abdullah’a ağlarken ise sanki Olçak varmış gibi sadece Abdullah’a ağlıyorum. İkisini birden yaşamaya gücüm olmadığı içindir muhtemelen. Nihayetinde ben 40 yaşındayım, asıl acıyı çocuklar yaşıyor. Onlar kısmi olarak iki babayı kaybettiler aslında. Erol Bey’in yokluğunda, gönüllerinde baba olarak da vardı Abdullah. Belirleyiciydi…
 
Biliyoruz ki şehit annesi olduğun için bir yandan gurur duyuyorsun bir yandan da…
 
Şehit dediğim zaman hep gülümseyerek söylüyorum bu kelimeyi. Ama evlat, evladım şehit dediğim zaman… O evlat kısmı yakıyor canımı. Nihayetinde ben anneyim sadece, şehitlik Abdullah’ın makamı. Ondan bana kalan sadece özlem, çok özlüyorum… Arkadaşım gibiydi, küsüyorduk biz birbirimize. Trip atardık onların demesiyle.
 
Nasıl bir çocuktu?
 
Kocaman bir çocuktu, küçükken de. Abdullah’ın bende mana tarafı çok büyükmüş, hep de öyle oldu. Bu çocuk 2 yaşındaydı ağabey oldu, hep büyüktü. Şu anda bendeki Abdullah’ı büyüten bir şey yokmuş, o zaten çok büyükmüş. İsmiyle, ağabey olması ile, bana öğreticiliği ile çok büyükmüş… Minnacık bir şey size anneliği öğretiyor, düşünsenize, bana onu Abdul­lah öğretti. Bu potansiyelimin açığa çıkmasını sağlayan o, aslında öğretmenim o benim. Şamil ve Emir ise ondan sonra master veya doktora gibiydi.
 
‘’Çok Sevilmeyi Çok Severdi’’
 
Çocuklar aralarında nasıllardı?
 
Çocuklarla bir araya geldiğimizde hangimizi daha çok seviyorsun diye sorarlardı. Şöyle söylerdim, ‘’Abdullah ilk, yok bir tane daha birinci çocuğum. Şamil’e bakıyorum ortanca, başka da ortanca çocuğum yok. Sen de en küçüksün bak, arkadan gelen yok.’’ Yanlarına yattığım zaman da hemen ‘’Anne en çok beni seviyorsun değil mi?’’ diye sorarlardı ama. Abdullah da çok derdi, “İlkim ya ben en çok beni seviyorsun.’’ Çok sevilmeyi çok severdi. Muhtemelen Şamil ve Emir peş peşe doğdukları için belki yapmam gerekeni de tam olarak yapmadım. Çok çabuk ağabey oldu.
 

nihal olçok merve tokyay röportaj

 
Pişman mısın ara vermediğin için?
 
Hayır, ben hayatta yaptıklarından pişman olan birisi değilimdir. Ne oluyorsa hayatımızda, her şey olması gerektiği gibidir. Allah işini bilir. İyi ki bize bırakmamış, allak bullak ederdik her şeyi.
 
Sen en çok hangi Erol Olçok’ı seviyordun?
 
Benim olanı. Sadece benim tanıdığım, bildiğim, sevdiğim… 17 yaşımda yüreğimi eline verdiğim, çıkarsız, statüsüz, parasız, arabasız, beklentisiz, sadece benim olanı… Bir sürü Erol var çünkü. O kadar çoktu ki; onu tanıyan herkes başka bir Erol anlatır. Çok zengin biriydi… Bunu ona da söyler­dim. Belki problem de buydu. Nihayetinde bütün bunları yapan da o Erol’du ama ben ilk tanıdığım Erol’da takılı kaldım, en çok da onu sevdim. Bana getirdiği hiçbir şey ondan daha kıymetli olmadı. Sahip olduğu hiçbir şeyin benim için önemi yoktu ve ben bunu ona ispatladım.
 
Ne yaparak?
 
O biliyor. Beni tehdit edebileceği tek bir şey vardı; onsuz kalmak. Şu anda dibine kadar yaşıyorum. Vazgeçemeyeceğim hiçbir şey yoktu benim, onun dışında.
 
‘’O Beni Hep Bıraktığı Yerde Bulacak’’
 
Nasıl bir hayatınız oldu?
 
Bizim olmayan bir hayat yaşadık. Hep şöyle tarif ederdi; ben bir bisikletin üzerindeyim ve bu bisiklet ben bu pedalları çevirdiğim sürece gider. Ben bıraktığım anda bu bisiklet düşer. Çok fazla sorumluluk almıştı kendisinin dışında. İnanılmaz duyarlı bir adamdı, ama kendisinin dışında… Her şeyiyle muhteşemdi…
 
İsmiyle hitap ediyor muydun?
 
Hiç etmedim. Ya Erol Bey’di ya da Olçak. İlk tanıştığımızda HABITAT’ta beraber çalıştık, oradan kalan bir Erol Bey hitabı vardı. Ama Erol Bey herkesindi ya, Olçak benimdi. Benim olan kısmıydı Olçak.
 
Ondan hiç korktun mu?
 
Çok. Çok çekinirdim ondan. Sonra kendime onun bakış açısıyla baktığımı fark ettim. O da beni 17 yaşında bırakmıştı çünkü. Sonra ben oradan sıyrıldım; sancılıydı ama büyüdüm.
 
‘’Yazmak Bana İlaç Oldu’’
 
Niye böyle bir kitap yazdın? İnsan­ların neyi bilmesini istedin?
 
Çünkü daha da çok haykırmak istiyorum. Sıradan insanlar gibi, acılarımızın, sevinçlerimizin olduğunu… Hiçbirimiz muhteşem değildik. Ben babasına yalan söylemiş bir kızdım, Erol Bey sadece görünenden ibaret değildi, Abdullah aynı zamanda obezite ve bilgisayar bağımlılığı potansiyeli olan bir çocuktu. Biz sıradan insanlardık. Her sıradan insan bir kahramanlık potansiyeli taşır; ama her kahraman, sıradan insan olamaz. Sıradanlık güzeldir.
 
Şu an yaşadığını hissediyor musun?
 
40 yaşındayım. Hayatımın en gerçek dönemini yaşıyorum. Hiç bu kadar kendime ihtiyaç duyduğum bir zaman olmadı. Çünkü gördüm ki bana benden başka bir kimsenin faydası yok. Kimse benden benim dışımda bir şey beklemesin. Muhteşem kelimeler, büyük metaforlar, olağanüstü girişimler… Yüksek bir performans sergileyemem, ben beni buldum. Ve ben alanımı öğreniyorum şu anda. Artık pergelin sabit ucu da benim açı veren ucu da.
 
Evinizde sabit duran ayak biliyorum ki sendin…
 
O beni hep bıraktığı yerde bulacak. O benim hep hasretimdi. Yanındayken özlediğim tek insandı.

 
Kitabı şimdi yayınlamanın özel bir anlamı var mıydı? Ne zaman yazma­ya başladın?
 
3 ay önce başladım. Yazmak, ilaç oldu bana, çünkü yazdıkça içimdeki acıyı açığa çıkardım. İçimizden çıkaramadığımız her acı cerahat olarak kalır ve iltihap olur. Ve bunun sonuçları patolojiktir. Bir de bu konu ile ilgili çok fazla talep aldım. 15 Temmuz’un sosyolojik karşılığı hala konuşulmadı toplumda çünkü bir sürü sıkıntı devam ediyor aslında. Ama çok büyük sosyolojik hatta sosyolojiye yeni tanım ve kavramlar katabilecek bir olay 15 Temmuz. Aynı zamanda psikolojik, aynı zamanda dinsel. İnşallah çok geç kalma­dan o alanlarda da birileri konuşur. Bana hiç olmadığım noktalardan, gruplardan insanlar gelip söyleşi yapma­mı istiyorlardı. Bu arada hiçbir yerde de konuşmadım. Ne anlatayım diye sordu­ğumda ise 15 Temmuz’u, duygularımı, şehit annesi olmak nasıl cevaplarını aldım. Bu taleplere ise hep sıradan bir anne olduğumu, özel ve derinlikleri, muhteşem formülleri olan biri olup çocuk doğurup büyütmediğimi söyledim. Ama yüzde yüz sevdim.
 
Babayı o kadar az zaman görebiliyorduk ki mesela nargile kafeye gidecekse ben de çocukları alıp gidiyordum. Gece saat 2’ye kadar yattığı yerle değil, anne ve babasının yanında olmanın verdiği keyifle uyuyor­lardı. O ortamlarda bir sürü de insan tanıdılar. Bunlar çok kıymetli şeyler. Onları her gün dışarıya çıkardım, her gün ama her gün… Her koşulda yaşatmaya çalıştım ben onları. Büyüdüler, okullar başladı. Abdullah devlet okulunda okuyor­du, ona sınıf atlatmaya çalıştılar sonra ben okulunu değiştirdim. Çok okul gezdim ama sonunda bir apartman binasından ibaret, küçücük bahçesi olan bir yeri seçtim. Diğer okullar o kadar devasaydı ki, Abdullah’ın orada var olabilmesi için ya çok yaramaz ya çok zeki ama bir şey olması gerekirdi. Nihayetinde hayata bir yerde fark edilmek için geliyoruz. Abdullah da herkes gibi bunu isteyecekti. Gittiği okul 200 öğrenci kapasiteli, hiç özel okul gibi değildi. Sonra çocuklar oraya gitmeye başladı, her şey sıradandı… Çünkü siz sıradan olduğunuz zaman sürprizler herkesi şaşırtır. Ama siz muhteşem olduğunuz zaman zaten sürpriz yapamaz­sınız, çünkü siz muhteşemsinizdir. Kimse şaşırmaz. Abdullah beni şaşırttı. Bana gelen talepler de onların kendi gönüllerin­de kurguladıkları Abdullah’ı anlatmam yönündeydi. Ama Abdullah cihatla filan yetişmedi. Bilgisayar çocuğuydu ama bu çocuğun içinde de diğer bütün çocuklarda olduğu gibi bir kahraman varmış. O şehit olduğu için muhteşem değil, ben de şehit annesi olduğum için muhteşem bir anne veya yetiştirici değilim.
 
Evladı şehit olmayan anneler de eksik anne değil ya da şehit olmayan çocuklar da. Bu bir nasip. Allah’ın bir paşa gönlü var ve o gece 250 kişilik kontenjanı vardı, onu bunların üzerinde kullandı o kadar. Ama ben çok mutluyum ki kendimi parçalasam da evlatlarıma veremeyeceğim bir kariyer verdi Allah ona. Peygamberlikten sonraki en muhteşem makam. Hiçbir anne çocuğuna bunu yapamaz. İki cihanda da annelerin tek muradı vardır; dünyada da ahirette de çocuklarına cennet hayatı yaşatmak. Çünkü bizde rahim var. Onun için de biz hep koruyucu­yu, kollayıcıyız.
 
‘’Ya Canımı Al Ya Beni Gerçekten Dirilt’’
 
O gece ne oldu senin için?
 
Benim için milat oldu, bütün Türkiye için olduğu gibi; hükümetin, cumhurbaşkanı­mızın, askerin, doktorun, herkesin.. Bizim o gece gözümüzden bir perde kalktı. Hiçbir şey 15 Temmuz’dan önceki gibi olmayacak, ne benim için ne çocuklarım ne de Türkiye için. Ben o gece hiç güneş doğmayacak zannettim. Çocuklara abilerinin ve babalarının şehit olduğunu söylemek için güneşin doğmasını bekledim. Kendim hacca gidene kadar bir iki mecburiyet dışında gündüz dışarı çıkamadım. Güneşi Kabe’de gördüm. Güneş sanki beni yakacak bir hale gelmişti, o kadar incelmişti ki tenim, balkona çıkamıyordum, buharlaşacağım diye endişe ediyordum. Canım çok yanıyordu çünkü.
 

nihal olçok merve tokyay röportaj

 
15 Temmuz’dan kısa bir süre sonra şehit aileleriyle birlikte Hacca gittin. Nasıldı?
 
Uzun tutulmuş bir oruçta içilen ilk suyu bütün beden nasıl hisseder, hac aynen benim için öyleydi. Belki bundan sonra da nasip eder Rabbim ama bu çok başkaydı. Bir de yüküm vardı benim, Erol Bey’e bedel yapıyordum. Allah’a sığındım orada, günlerce Kabe’den çıkmadım ve hiçbir şeye ihtiyaç duymadım. Çünkü burada kendimi çok tutmuştum; insanlar, taziyeler… Orada küçücük 9-10 yaşında bir Nihal olmuştum. Aynı sütunda 48 saat kaldım. Namazlarım dahil oturarak kıldım ve 48 saat sonra umremi yapabil­dim. Yanımdakilerden bardakta zemzem getirmelerini rica ediyordum, abdestimi alıyordum. Ve hep aynı şeye dua ettim; ya canımı al ya beni gerçekten dirilt. Yokluyordum kendimi meczup muyum, değilim. Ama hakkını verebiliyor muyum bu cihanın, veremiyorum. Çünkü ben kendimin de çok büyük bir kısmını toprağa gömdüm. Tekrar bir sürü şeyi tanımlamam gerekiyordu başta kendimi. Bilmediğim yönlerim var, yeni yeni tanıyorum.
 
17 Temmuz, şehitlerini toprağa verdiğin gün…
 
Evlat dediğiniz çok enteresan bir şey. Evlat da tek başına olmuyor malum, Hz. Meryem değiliz. Sevdiğiniz bir adamın bir parçasından dünyaya evlat getiriyorsu­nuz. Ve onun toprağa verilişini izliyorsu­nuz. Taziye çadırında, o kadar kalabalıktı ki önüm, tabutları falan görmüyordum. Algılamıyordum bazen niçin orada olduğumu. İnsanlar bir şeyler söylüyorlar ama ne söylüyorlar acaba? Sonra tekrar aklım başıma geliyordu, bu Abdullah ve Olçak’ın dediğim zaman tekrar düşüyor­dum. Ve bir anda Mustafa Merter Hoca’mı gördüm o kalabalığın içinde, ona sığındım. Son 3 yılımı ona sığınarak geçirdim. Onun öğrencisi olmayı nasip etti Allah. Mustafa Merter birkaç dostla beraber beni kabristana kadar götürdü. Muhtemeldir ki ben ömrüm boyunca o dostlarla beraber yürüyeceğim. Hastaneye giderken ters yola girdiğimde de o dostlar yanımdaydı, camiden kabristana yürürken de… Sırat köprüsünün tarifi var ya kıldan ince kılıçtan keskin diye, bu iki yol benim için öyleydi. Hemen hocama sığındım, insanların seslerini duyuyordum. Duymak istemediğim şeyler söylüyorlar­dı. Arkadaşımın dediğine göre kulağımı elimle kapatıp ninni söylemişim yürür­ken. Ben çocukları tek bir ninni ile büyüttüm. Mustafa Merter bana aylar sonra şunu söyledi: ‘’Bari yastık koysak başının altına.’’ dediğimi. Erol Bey’e yetişemedim ama Abdullah toprağa verilirken başının üstünden bir parça ip çözdüler ve o ipi şöyle bir fırlattılar arkaya doğru. O ipi yakalamak istedim, Abdul­lah’ın kefenini yüzü görülecek kadar araladılar biraz. Allah bir daha o sahneyi ne bana ne de hiçbir anneye yaşatmasın. Dayanılacak gibi bir şey değil. Dünya ile bütün bağı kopmuştu artık, o ip kadarmış bağımız. Onun yüzünü görünce gerçekle yüzleştim. Çok ağır bir şeymiş toprak. Orada Abdullah hiçbir şey hissetmiyordu ama inan bana o toprak benim her zerreme atıldı. O yüzden ben gömüldüm oraya Abdullah değil. Çünkü o bilmiyordu, ben biliyordum. Hani anneler bilir ya her şeyi…
 
Allah’a ne kadar şükretsem, evladıma ne kadar teşekkür etsem azdır. Bana konuşacak, anlatacak bir sürü güzel şey bıraktı. Çocuğum bir motosiklet kazasın­da da ölebilirdi. Ölüm hak, ben sadece nasıl geldiği ile ilgileniyorum. Elhamdü­lillah Abdullah yaşadığı gibi hicret etti, uyuyordu, uyandı; ölmedi. O bana bir rüya ile geldi, rüyayı yaşadık, o şanslıymış çünkü benden önce uyandı. Allah o kadar güzel ki iki tane o tarafa aldı iki tane bu tarafa bıraktı. Ne kadar şanslıyım; orada da var bekleyen, burada da… Hepsi de gide­bilirdi. Allah beni ne onlara ne onların makamına ne onları sevenlere ne de dua edenlere mahcup ettirmesin. Tek istediğim bu. Yüzüm olsun karşılarına çıkarken.
 
Hayatımda tanıdığım en güçlü kadınlardan birisin. Bunları konu­şurken de oğlunun cenazesinde Kur’an okurken de ispatlıyorsun bunu her defasında…
 
Şamil’i aç bırakabilir miyim? Emir’i aç bırakabilir miyim? Onu da bundan sonra doyurabileceğim tek nimet var o da Kur’an.
 
Şimdi neler yapıyorsun ayakta ve güçlü kalabilmek için?
 
Güç öyle bir şey ki ne kadar güçlü olduğu­muzu onu gerektirecek bir alan oluşmadı­ğı taktirde bilmiyoruz. Ben de bilmiyor­dum bu kadar olduğumu. Birkaç yıl önce çocuklarım 5 günlüğüne izcilik kampına gittiler, benim hayatımın miladıdır. Ölüyordum resmen. Her akşam Erol Bey’e neredeyse saldırıyordum çocukları getir diye. Halbuki şuradaydı kamp da hemen. Şu anda Abdullah hiç yok, çok özlüyorum. Gece saat 2’de kabristana gidiyorum. Sokakta gördüğüm her çocuğu ona benzetiyorum. İşte burada Allah’ın sırrı ilahisi var. Onu da ben bilmiyorum. O veriyor, nereden, nasıl veriyor bilmiyo­rum. Rüyalarım büyük ilaç, bu rüya ilmine, psikoloji ekolüne bu kadar yakın olmam da bana Allah’ın bir lütfu keremi. 3 yıldır bu alan üzerine eğitim görüyorum, bana bir dil öğretti Allah ben bilmeden. Bana bundan sonra çok gerekecek bir dil, rüyaların dili. Orada inanılmaz istişare­ler, mesajlar oluyor. Bambaşka bir dili var oranın. Kendi kumaşımı, kendimi tanımlıyorum. Benden ne çıkar, ben kimim, niçin bu dünyaya geldim, neler yapabilirim… Bunlar soru işaretiyle biten cümleler değil, yaşıyorum bunları. Mustafa Hoca’ya haziranda yaptığımız eğitim kampında, ‘Bizi ne zaman imtihan edeceksin, bu eğitimin bir sınavı yok mu?’ diye sormuştum. Başını kaldırıp baktı bana, gülümsedi; ‘Sınavda olmadığını mı zannediyorsun’ dedi. Cenazeden bir gün sonra yanıma geldi, Abdullah’ın odasının önüne iki tane sandalye çektik ve bir iki saat onunla orada terapi yaptık. Bana, ‘’Sormuştun ya ne zaman mezun olacağız, neye göre veriyorsun icazeti diye. Mübarek olsun, sen dün mezun oldu.’’ dedi. Ben değildim mezun olan, anne Nihal’di. Çünkü yanımda Şamil ve Emir vardı. Tek başıma olsaydım inan bana girerdim o kabre. Çünkü bir daha sarılamı­yorsun, öpemiyorsun. Çok isterdim yıkamayı, almadılar… Hayatımda tanıdı­ğım en kısmetli, rızıklı çocuktu. Türki­ye’nin, İstanbul’un yeniden kurtuluşunda var oldu ve varlığını şehitlikle taçlandırdı. Çünkü o gecenin sabahında bambaşka bir İstanbul, bambaşka bir ülkeye de uyanabi­lirdik. Teşekkür ediyorum ona, bugün burada konuşmama vesile oldu. Konuşu­yorsam o şehit olduğu için konuşuyorum. Ben onu doğurdum ama o da benim başka bir doğuşuma vesile oldu.
 

​   ​nihal olçok

 
Şamil ve Emir’i incitmekten korku­yor musun?
 
Çok… Onlar benim sağım ve solum. Dört tarafı erkeklerle çevriliydim. Önüm arkam boş kaldı ama sağım ve solum hala burada. Ben onları tutuyormuş gibi gözüksem de kollarına girdiğimde, aslında onlar beni taşıyorlar. Onlar için ayaktayım.
Onların da çok büyük acıları var, şu anda cayır cayır yanıyorlar. Tabii onlar adına da büyük endişelerim var. Erol Olçok büyük bir kahramandı yaşarken, giderken de öyle oldu. Çocukların gözünde baba muhteşem, Türkiye’de ilkleri başarmış ve şehit; ağabeyleri de keza öyle. Bunları onların omuzlarına yük etmek de istemiyorum. Belki Şamil belki Emir Eyüp’te bir kafe açıp çok mutlu olacak. Ya da belki Urla’da butik otel işletecek, belki bambaşka bir yere gidecek. Böyle bir misyon yüklemek istemiyorum çocuklarıma. Kendileri olsunlar. Kendileri olamayan insanlar topluma zarar verirler. Birilerinin bir şeyi olmak için yaşamasınlar.
 
Önce kendileri olmayı sevsinler. Onlar zaten Şamil ve Emir oldukları için çok değerli. Hepimiz kahraman olmaya gelmedik bu dünyaya. Kitabı da belki bu yüzden yazdım. Abdullah’ın hayali değildi şehit olmak. Allah’ın bir paşa gönlü var, öyle istedi. Abdullah da şereflendi bundan. Allah lütfetti. Çocuklarım için tek muradım da insan olmaları. İnsan olurlarsa her şey olurlar; Müslüman da olurlar şehit de. Önce insan olsunlar, inşallah müsaade edilir.
 
‘’Keşke Kuru Fasulye Yeseydik’’
 
Bir evlilik yıl dönümümüzde(13 Ağustos) Şamil daha 2 aylıktı, Olçak telefon açıp beni Ankara’ya çağırdı. Gelemeyeceğini, gelse de akşam yine dönmesi gerektiğini söyledi. Partinin kuruluşu 14 Ağustos olduğu için gelemiyordu, bir yolunu bulup benim ona gitmemi istedi. Dünyalar benim olmuştu, gitmesem de olurdu artık. O yoğunluğun içinde bunu hatırlaması öyle bir adamın… Sen işine bak, telafi ederiz dedim ama ısrarla orada olmamı istemişti. Gittim, aldırdı beni alandan ama Olçak yok ortalıkta… Otele geldim, lobideydi, bir kahve içtik sadece. Benim şimdi gitmem lazım dedi. Yanıma da bir bayan geldi, sizi yukarıya alalım dedi; Olçak gülümsedi. Kocaman bir kral dairesine girdim, hiç görme­miştim öylesini. Her yer mum, kırmızı yapraklar, yatağımın üzerine siyah çok şık bir elbise vardı. Tabii o anda çok hoşuna gidiyor insanın. Masaj için birisi geldi, sonra saçım için bir başkası geldi falan. Hazırlandım giyindim, beklemeye başladım. Akşam 22:00 gibi Olçak geldi, yemekler hazırmış zaten, yemeğimizi yedik, birazcık muhabbet ettik çünkü sürekli telefon geliyor ona. Ve ayağa kalkıp ben gitmek zorunda­yım dedi. Saat 23:10’du… Çıkar­ken ona dedim ki; keşke bu akşam kuru fasulye yeseydik, evde olsaydık çocuklarımızla birlikte, bu elbise de olmasaydı bu oda da; biz beraber olsaydık… Aslında farkında değiliz, onları yapmak için kendi hayatımızdan veriyo­ruz. Çünkü onların bir bedeli var. Ama bu arz-talep meselesiydi. Benim böyle bir talebim yoktu ki…
 
Röportaj: Merve A. Tokyay
Fotoğraflar: Tugay Polat
 
 

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın