“Trafiğin ezici yorgunluğu henüz üzerindeyken açtı kapıyı. Onu sımsıcak bir kek kokusu karşılasın istiyordu. Elbette biraz yumuşatıcı kokusu da olabilirdi yanında. Sepette bekleyen çamaşırlar meselâ, birden bire çıkmış olsalardı yerlerinden de yıkanıp kuruyup asılıvermiş olsalardı gardıroba.
Telefonunun ekranına düşen mesajı okudu. Sevdiği adamdı yazan. Minik kuzuyu okuldan alıp kursa götürmüştü ya, geliyoruz az kaldı diye haber veriyordu.
Hayallere ara verip, doğruca mutfağa geçti. Hızlıca buzdolabını düzenledi, ocağa yemek koydu. Evi toparladı. Çamaşırları makineye attı. Derken eşi ve kızı da geldiler. Sofraya oturdular…
İşler bitip de yatağa uzandığında saat tam 24:00’tü.
“-Hah işte şimdi oldu.” dedi kendi kendine.
“-Sindirellalıktan çıkıp külkedisine dönüşebilirim(!).”
* * *
Şehir yaşamı, biz modern dönem insanlarını bir çember içerisinde yaşamaya sürüklüyor. Seçenekler sınırsız gibi görünse de bir bakıyoruz ki o sınırsız seçeneklerle sınırlanmışız.
Araştırmalar son yıllarda doğal yaşama yönelik tercihlerde artıştan bahsediyor. Bazı insanlar evlerini ve işlerini tamamen değiştirip doğanın içinde bir yaşam alanı seçiyorlar.
Bilhassa anne-baba olduktan sonra, değişen ihtiyaçlar modern dönem ebeveynlerini zorlamaya başlıyor. Benim de “Kendine Doğmak” adını verdiğim biricik kitabımda anlatmaya çalıştığım kadarıyla bu yönelim gün geçtikçe güçlenecek gibi duruyor.
Hemen hemen her şeyin hızlandığı, yavaşlamak için bile bir bedel ödemek zorunda olduğumuz günümüz şartlarında biz kadınlar hem kadınlık hem de annelik rollerimiz nedeni ile biraz daha fazla etkileniyoruz.
İşin ilginç yanı bu etkinin farkında değil henüz çoğumuz. Öyle bir çember ki içinde bulunduğumuz, oradan bir an olsun çıkmaktan ve düşmekten korkuyoruz.
Hikayemizin kahramanının hayalindeki sakin ve kek kokan o evi düşleyen bir yanımız, toplantıların arasında içtiğimiz kahveye bayılan diğer yanımız. Bölünmüş durumdayız.
Yazılarımda sık sık vurgulamaya çalıştığım, bu tablodan tek çıkış olarak gördüğüm “içe dönüş-öze dönüş” ise burada önem kazanıyor.
Çemberin içinde boğulduğumuzu hissettiğimizde nasıl çıkabiliriz?
İnsanı sadece yatay varoluş ekseninde düşünmek, onu bu çembere hapsediyor. Ama insanın aynı zamanda dikey varoluş alanı olduğunu da düşündüğümüzde, çembere yukarıdan bakarak hem hareketi hem de içinde hareket edileni gördüğümüzde tablonun değişmesi an meselesidir.
Hem Külkedisi hem Sindirella hem de prens olmak hiç bu kadar zor olmamıştı…