Aysha Dergisi köşe yazarı Uzman Psikolog Remziye Berin Tuncel uzun zamandır üzerinde çalıştığı ve kendi olma yolculuğunun en temel aracı olarak nitelendirdiği “Kendine Doğmak” adlı kitabı okuyucularla buluşturdu. Tuncel; Nefsi Maneviyat Psikolojisi ekolü Mustafa Merter ile başlayan öğrenim sürecinin ise hem kitabının hem de kendi yolculuğunun başlangıcı olduğunu söylüyor.
2 çocuk annesi olan Berin Tuncel aynı zamanda ofisinde terapistlik yapıyor. Bu kariyerinin anne olduktan sonra başladığını belirten Tuncel ve yaşadığımız dönemde insanların gerçek bağlar kuramamasından sebep terapi odasının kişilerin maskelerini çıkardığı bir yer olduğunu vurguluyor.
“Kendimi Tanıdığımı Zannediyormuşum”
Annelik sizde çok şey değiştirmiş. Neyi fark ettiniz?
Gördüğümün dışında bir dünya olduğunu fark ettim. Yaşadığım en büyük şok oydu benim. 25 yaşında fark ettim bunu. Aslında o ara kendi olabilmek, kendini yaşayabilmek ile ilgili ciddi bir sorgulama süreciydi benim için. Çünkü çocuk bağımsızlaşmaya başlıyor 2,5 yaş sonrasında. Artık dışarıda bir dünya olduğunun farkında varıyor o da. Onun benden başka bir hayata gidecek olması beni ciddi bir sorgulamaya itti. Bu benim onun hayatını sınırlamamla ilgili de değil, tamamen duygusal olarak kendimi gözlemlediğim için. “Neden böyle hissediyorum, oğlum yanımda değilken niye böyle, yanımdayken hissettiğimin adı ne?” gibi bir süreç yaşıyordum. Zaten Dokuz Yüz Katlı İnsan’ı da o zaman okudum. Okur okumaz da hocanın eğitimlerine koştum. Psikoloji, felsefe ve tasavvufla her zaman ilgileniyordum. Liseden beri bu alanlarda sorgulamaları olan biriydim zaten.
Hiçbir zaman sadece anne olmadım. Söylediğim şey çok psikanalitik bir şey. Dinamik bir yapıdan bahsediyorum. Bir terapist olarak çok rahat söyleyebilirim, insanın böyle bir farkındalık yaşıyor olması çok ciddi bir içgörü sahibi olmasını gerektiriyor. Ben oğlumun ihtiyaçları noktasında zaten dikkatliydim, kendimi ondan ibaret saymıyordum, onun bana patolojik bir şekilde bağlanmasını istemiyordum. 2,5 yaşında kreşe de bu yüzden gönderdim.
Mustafa Merter beni kabul ettiği zaman ilk seansta ona ‘’Ben zaten kendimi tanıyordum da analizin ne olduğunu görmek istiyorum…’’ dedim. Çok ciddi bir ukalalık aslında. Hiç de tanımıyormuşum kendimi. Gayet de körmüşüm, tanıdığımı düşünüyormuşum.
Kendinizi buldunuz mu?
Kendimi bulduğumu düşünüyorum ama bu çok iddialı bir cevap olur. Ama kendimi kendime ait hissediyorum diyebilirim.
Bildiğiniz sizle oradan sonra tanıdığınız sizin arasında nasıl bir fark oldu?
İnanılmaz, şaka gibi bir fark gördüm arasında. Bu çok uzun bir süreç ve böyle bir farkın içinde olduğumun da bilincinde değildim. Kitap çıktıktan sonra farkında vardım. Ne zamanki kitabım benden çıktı, sonra kendime bir bakma imkanım oldu.
“Bizdeki Annelik Kendini Yok Sayma Üzerine Kurulu”
Kitap ne zamandır kafanızdaydı?
Hep. Kendimi bildim bileli yazıyordum zaten. Blog tutuyordum, notlar alıyordum. Bu kitap mesela yazayım deyip de ortaya çıkmış bir kitap değil. Tamamen kendini yazdıran bir kitap oldu. Benim kendi olma yolculuğumun en temel aracı diyebilirim kitabım için.
Kadın anne olduktan sonra muhakkak sorguluyor kendini. Yanlış bir şey mi kendini düşünmesi, çocuğundan ayrı kendine bir alan ayırmak istemesi…
Annenin çocuğuna yapacağı en büyük iyilik bu, kitapta da bahsettim. Bir kere toplumumuzdaki annelik örneğini konuşmalıyız. Kendi annenin, çevrende gördüğün anne figürlerinin, iyi anne olarak tanımladığı şeyden ayrışmak zorunda kalıyorsun. Bu yalnızlaşmayı beraberinde getiriyor. İki anneliğimde de her zaman ciddi bir savaşın içinde kaldım. Çünkü psikolojik beslenme, bağlanma, bağ kurma dediğimiz; görünmeyen bir şey. Dolasıyla bunu kanıtlayamazsın, insanları buna ikna da edemezsin. Ama hissetim ve yaşadığımın gerçek olduğunu anladım. Bizdeki annelik tamamen kendini kandırma ve yok sayma üzerine kurulu. Bu bir kuyu; dolayısıyla çocuğundan ayrı bir varlık olduğunu fark etmen, zaten bunun dışına çıkmaya çabalamanla mümkün olacak. Çünkü onun içindeyken ne sen kendinin farkındasın ne çocukla ilgili bir şeyin farkındasın. Gerçek anlamda bir farkındalık yok orada. Dönüp duran patolojik karmaşık bir yapı var.
“Yeni Çağ Annelik Trendleri, Çok Büyük Tehlike”
“Çoğu kişi bir sorunum var ama ne olduğunu bilmiyorum.” der. Bu tanımı siz de doğrular mısınız?
Annelik aslında insanın kendi hakikatine uyanmasından ibaret. Anne olduğu zaman, kendi hakikatinle karşılaşıyorsun bir başka insan üzerinden. Gerçekten bir ayna oluyor çocuk, eğer bakmayı bilirsen. Ve kendi hakikatine uyanması da bir insanın son derece sancılı. O güne dek uyuduğunu, farkındayım dediğin şeylerin bile neredeyse hiçbir şeyin farkında olmadığını görüyorsun. Ve bu çok ağır bir şey, kabullenmek de zor. Bence bugün modern kadınların hepsinin yaşadığı sorunların kökeninde bu var. Modern insanın yaşadığı bir sorun aslında bu ama kadınlar anne oldukları için yaşıyorlar bunu.
Annelik son derece manevi spiritüel bir şey. Bence şu anda da büyük bir tehlike olarak yeni çağ annelik trendleri duruyor. Anne Tanrılar, anne peygamberlerle, fenomenlerle dolu annelerin dünyası. Bu kendine uyanmaya başlayan modern kadının açlığı ile ilgili bir durum. İnsanlar dinamiklerinin farkında değil. Neyi, ne için yaptıklarının farkında değiller. Açsın, yemek arıyorsun ve önüne zehirli bir şey çıkıyor sen de yiyorsun onu aç olduğun için… Olmak istediğinin o olduğuna inandığı için onun peşinde gidiyor ama farkında değil. Bu da daha tehlikeli. Neden? Hayat daha durağanken, toplum daha korumacı yapıdayken bu kadar büyük krizler yoktu. İnsanla ilgili olan her şey çok tehlikeli. Bir sürü guru, spiritüel koç var şuanda. Her toplumun içinde de ayrı ayrı varlar. En büyük korkularımdan biri de mesela bunlardan biri gibi algılamak.
“Bu Kitap Benim Plasentam”
“Kendine Doğmak” ismi nasıl çıktı?
Yaşadıklarımın, kendime doğmak için sancı olduğunu keşfettim. Çok ciddi varoluş sancıları yaşadım. Zaten doğum süreci başlı başına bir öğreti, anne karnına düştüğü andan itibaren bebeğin rahimdeki evreleri ve doğuşu… Kitapta da özellikle altıncı bölümde bahsediliyor bundan. Bir tür yaşam felsefesinden bahsediyorum ben orada. Doğumun ne olduğunu idrak ettiği zaman insan, hayattaki her şeyin böyle bir döngüsü olduğunu keşfedebiliyor. Benim için de; evet bir rahme düşüp büyüdüğüm, ay ay geliştiğim bir evreymiş bundan önceki süreç. Ama o ultrasondaki görüntüler gibi böyle henüz burnu gözü oluşmamış, tam yerini bulmamış, hafif ne olacağı ile ilgili fikir veren halden çıkıp yeni bir ben olarak var olduğum bir süreç. Bu kitap benim aslında plasentam.
Dişi uyanıştan acaba bizler de fazla mı etkileniyoruz? Doğal ama bilinçsizce ilerleyen feministlik geliyor kadınlara. Acaba annelik de bu bağlamda biraz fazla mı abartılıyor son zamanlarda?
Abartıldığını söyleyemem herhalde. Tek umudumuz. Öncesindeki yaşama biçimi daha eril ve daha duygusunu kaybedip reel olana bırakmış bir varolma şekli. Dolayısıyla kuru bir varolma şekli. Dişil uyanış bir canlılık. Ben aslında bunu hayati bir canlılık olarak ifade ediyorum. Bunun siyasi bakış açısına, ideolojisine dönüşmesi ise
-dogma haline gelmesi- her tür görüş için tehlikeli, riskli.
Anne olmadan kendine doğmanın bir yolu var mı ?
Tabii ki var. Mesela kitapta verdiğim örneklerden, yaşadığı zorlu bir süreci olan danışan öyküsü var. Terapi zaten bu demek. İnsan, o daraldığı noktada, kanala girdiğini hissettiği noktada bir arayışa giriyor. Herkes kendine de doğamayabiliyor. Bazıları da ölü doğabiliyor. Doğumun bir öğreti olmasından kastım bu. Dar bir kanal girmek, karanlığa sabretmek, sancıya göğüs germek… Herkesin hayatında böyle dönemler var. Başımıza gelen her türlü sıkıntılı süreç, bizim bir üst varoluş alanına çıkabilmemiz için bir fırsat aslında. Tekamül dediğimiz bu. Hayatta yaşadıklarının ona kendini hatırlatan bir ayna olduğunu fark etmeye başladığı zaman her şey hali hazırda konuşuyor. Senin ona kulak vermen gerekiyor. Bende de böyle olmuştu, bir şey var ama ne? Onun peşine düşmen gerekiyor. Aralamaya çalıştığım şey buydu. Ve annelik, hamilelik süreci bunu çok yoğun şekilde hissetmesine neden oluyor insanın. Yani kendine doğmak, kendinle ilgili sır kapılarını aralamaya başlamak demek. Evet, bir kez doğuyorsun ama doğduğun senin gün geldiğin de ölmene de razı olman gerekiyor. Hiçbir şey daimi değil. Şu an benimle bu kişi olarak konuşuyorsun ama belki 10 yıl sonra tamamiyle ölmüş olabilir bu varoluşum benim için.
‘’Kişinin Kalp Dünyası İle Zihin Dünyası Bir Değil’’
Anne olamayan, anne olmayı tercih etmeyen birçok kadın var. Onlar nasıl doğacak kendine? Bu doğum, insan doğurmak mıdır sadece?
Anneliğin ontolojik olarak anlaşılması gerekiyor. Bir kadının çocuk doğurması onu anne yapmıyor. Nitekim 40 yaşına da gelse hala çocuğunu doğurmamış bir sürü kadın var ülkede. Dolayısıyla bireyleşebiliyor olması, gerçekten büyütebiliyor olması gerekiyor. Büyütmekten kasıt, karşısındakinin içindeki gerçek potansiyelini ortaya çıkması için onun ihtiyacı kadar yanında olmak. Bunu yapan herkes anne aslında. Kişinin neyi büyüttüğü, neyi doğurduğu değil; bir şeyi doğurup büyütebiliyor olması onu anne yapıyor. Oradaki anne ontolojik bir şey benim için. Zaten bu kadar toplumsal kaygılarımın olması, topluma yönelik mesajlar verebiliyor olmamın temel sebebi de bu.
Kişinin kendisine sorduğu hangi sorular onu bu kitaba getirir?
Anlamsal sorular olacaktır şüphesiz. En azından bir sorusunun olması gerekiyor. Belki sıkışmış ve bunalmış olması da yeterli olabilir. Bir arayış içerisinde olup aradığı bir şey olduğunun farkında olmayan kişilerin de ilgisini çekeceğine inanıyorum. Kişinin düşünce, zihin dünyası ile kalp dünyası aynı şey değil. Kalp arar, bulur; akıl onu çok geriden takip eder. O anlamda kişi bir şey arıyordur, aradığı da budur ama aklen farkında değildir. Ben kalben o bağın kurulacağına inanıyorum kitapla arayıcısı arasında. Kitabı böyle tasarlamamın en temel sebebi de zaten görsel olarak da zamana bağlı bir şey olmamasını istemem. Bir yandan görsel çekiciliğinin olmasını istedim ama diğer yandan da atıyorum 5 yıl sonra da kişi bir şey aradığında o kitapla bir bağ kurup bulabilsin istedim. Bu kitabı vakti geldiğinde ihtiyacı olan kişiler tam olarak bulup anlayabilecek.
Kitabın yüzde yüz anlaşılıp aradığını bulacak kişilere ulaşması dışında da birilerine ulaşmasını, belki kitabın tamamını anlamasa bile küçücük bir tat alabilmesi veya hoşuna gitmesi bile benim açımdan önemli. Kitabın kendi sakin gidişatının dışında da kendi isteğimle daha hareketli bir pr süreci de düşünüyorum.
Röportaj: Merve A. Tokyay
Fotoğraf: Tugay Polat