“Ben olmasam nasıl bitireceksiniz bütün işleri!” diye bağırarak çıktı patron toplantıdan. Her zamanki tavrıydı. Belli ki kendisini ancak böyle önemli hissedebiliyordu. Alışmıştı herkes bu tavra. Çoğu biliyordu ki o olmasa da her iş hallolabilirdi. Ama o, bu agresif tavrı ile kendini inandırdığı yalanlarına diğerleri de inanıyor sanıyordu.
“Amaaan, boşversene!” dedi kendi kendine. Kim neye inanmak istiyorsa inansın. Bağırması, kendi sesini duyamadığından besbelli. Geçen gün içtiği kahveye eşlik eden düşüncelerine dalmak istedi yeniden. Benim küçük ve sevimli dünyamda böyle gürültülere yer yok, neticede o patron ve bağırması olağan. Benim gibilerin üzerinde iyi durmaz bu davranışlar diye düşündü.
Bir yandan bilgisayarda yazıyor, diğer yandan bunları düşünüyordu. Ama patronun yüksek sesi, kapı çarpışları ofisi öylesine inletiyordu ki; ister istemez bölünüyordu dikkati. Nasıl oluyor da hepimiz benzer düşler kuruyoruz ama bu kadar farklıyız birbirimizden, diyerek iç geçirdi. Patronunu bu kadar agresif yapan hayat şartlarını düşündü. Elindeki işleri bırakıp, yeni bir kahve molası daha verdi. Bu gerginliği ancak düşünerek aşabilirdi…”
İnsanın arzularının bir sonu olmadığını söyler tasavvuf büyükleri. Karşılanan bir arzu, yerini hemen bir yenisine bırakıverir. Arzuların da kendi içlerinde anlamları ve katmanları vardır. Hikayemizde de anlatıldığı gibi, pek çok insan benzer şeyleri arzular ama bu hedeflere/hayallere giden yollar birbirinden farklıdır. Arzularına ulaşamayan insanların tepkileri de birbirinden farklıdır. Bazı insanlar için iyi bir eğitim almış olmak en büyük önceliktir. Bu arzusuna ulaştığında kendisini tamamlanmış hissedebilir bu kişiler. Bazıları ise ekonomik standartların yüksekliği ile tatmin olacaklarını düşünür ve bunun için çalışırlar. Hedefledikleri standartlara ulaşınca tatmin olurlar.
O ya da bu şekilde hemen hemen her insan iyi bir iş, iyi bir eş, iyi ekonomik standartlar, sağlık, mutluluk ve huzur ister yaşamda. Bunlara belirli oranlarda ulaşanlar başarılı, ulaşamayanlar ise başarısız gibi algılanırlar.
Dışarıdan baktığımızda, iki kadının birbirinden çok farklı olduğunu düşünebiliriz. Ama öyküdeki iki karakter gibi kişilikleri, konumları, tepkileri ne kadar farklı olursa olsun; içerde derin bir ortaklık görmek mümkündür. Bu belki de masallarda duymaya alışık olduğumuz “prens, prenses ve sonsuza dek mutlu yaşamak” ile özetlenebilir. Çoğu çocuğun belleğinde yer eden bu masal kahramanları, aslında yetişkinlik döneminin de izlerini gizler. Krallıklar birbirinden farklı büyüklüklerde de olsa, prenseslerin saçlarının rengi farklı da olsa, mutluluk getiren bir yaşam için çalışırız hepimiz.
İş hayatında bambaşka konumlarda görünsek dahi, iç hayatımızda birbirimize benzeriz. Bu açıdan bakıldığında, geçmişten getirdiği yükler ve geleceğe dair kaygılar nedeni ile çok öfkeli olan bir patron da; hayal kırıklıkları ile sessizleşmiş bir yönetici asistanı da, çayları getiren bir görevli de insan olmanın tatlı paydasında buluşurlar. Bu yüzden, bizi ünvanlarımızın ötesine geçebilen bağlar gerçekten bağlar. Ancak, kalıplaşmış tanımların ardından görebildiğimiz zaman kalbimiz çarpmaya başlar. Çok ama çok öfkelendiğimiz, ya da itici bulduğumuz o insanı bu noktaya taşıyan koşulları görme cesareti geliştirdiğimizde; genişleriz. Zamanla görürüz ki, dünya dar değildir. Dünyayı daraltan, bizleriz…