Kendimizi Nasıl Tanırız?

Bir zamanlar bir Çin imparatoru varmış. İmparator devasa sarayında etrafına emirler yağdırarak yaşarmış. Çok mutluymuş. Ne isterse anında gerçekleşiyormuş.

Sarayın muhteşem bir bahçesi varmış. Ve bu bahçeye bakan bir bahçıvan. Bahçıvanın her gün sesini aşk ile dinlediği bir de bülbül varmış, özgürce daldan dala konan.

Günlerden bir gün İmparator, bahçesinde yürüyüşe çıkmış. Sarayın bahçesi öyle büyükmüş ki, imparator bülbülün öttüğü bölüme daha önce hiç gitmemiş. İmparator bülbülün sesini duyar duymaz orada öylece kalakalmış.

Daha önce benzerini hissetmediği bir aşk, bütün benliğini kaplamış. Hemen bahçıvana bu bülbülü sarayına getirmesini emretmiş. Artık bu sesi dinlemeden bir an bile yaşayamazmış.

Bahçıvan bülbülü bir kafese koymuş ve saraya götürmüş. İmparator bülbüle altından bir kafes yaptırmış ve odasının en güzel köşesine, pencerenin önüne koymuş. Bülbül, eski özgür günlerine büyük bir özlemle şakıyıp durmuş.
Bülbülün şarkı ile mest olan İmparator’un ziyaretine Japon İmparatoru gelmiş. Japon İmparator da bülbülün sesine vurulmuş. Ziyareti bitip de ülkesine döner dönmez, çok güzel bir paket hazırlatıp Çin İmparatoruna bir hediye göndermiş.

Heyecanla paketi açan İmparator, bir heykelle karşılaşmış. Paketin üzerinde, “Artık bülbülün ötmesini beklemek zorunda değilsin, ne zaman istersen bu oyuncak bülbül ötecek.” yazıyormuş. Çok sevinmiş ve hemen düğmeye basıp oyuncak bülbülü dinlemeye başlamış.

Elbette kafesteki bülbülü salıvermiş. Günler geceleri, geceleri gündüzleri kovalamış ve aylar geçmiş.
Günlerden bir gün oyuncak bülbül bozulmuş. İmparator dört bir yana haber salmış ama kimse onu tamir edememiş. Japon İmparatoru bile yardımcı olamamış. Sonunda koskoca imparator hasta olmuş. Çaresiz derde düşmüş…

İmparatorun derdinin devasının bülbül olduğunu söylüyormuş herkes. Kulaktan kulağa yayılan bu hikaye her yerde duyulmuş. Ta ki bülbülün kulağına dek gitmiş…

Ve bir sabah İmparator; penceresinden içeri, güneşle birlikte süzülen şarkısını duymuş bülbülün…
Sevinçle doğrulmuş yerinden, yeniden can yürümüş bedenine. Ve emretmiş askerlerine: ‘’Tez ağaçlar dikile, penceremin önüne!…’’

Ve ölüm gelene dek, bülbülün şarkısını dinleyerek yaşamış Çin İmparatoru ile saray ahalisi…
……..

kendini tanımak

Bu kadim öyküyü küçük oğluma okurken kalbimi saran hisleri sizlerle paylaşmayı çok istemiştim. Bu isteğimi artıran bir etki de gördüğüm bir ilan oldu. Bu ilan, insanları kendini tanımaya davet ediyordu ve bu toplantıda konuşacak kişi de bir astrologtu. Aynı zamanda Marifetname’den de bahsedileceği vurgulanıyordu afişte.
Yazılarımda sık sık modern teorilere ve kadim bilgiye yer vermeye çalışıyorum. Amacım, siz değerli okuyucularımıza hem bugüne hem de geçmişe yönelik bir aktarım gerçekleştirebilmek.

Ama bu aktarımı yapabilmek için çok ciddi eğitimler almam gerekti, kendi yetkinliğimden emin olduktan sonra böyle bir sorumluluk üstlenebileceğime karar verdim. Bunu da eğitimimi aldığım Psikiyatr Dr. Mustafa Merter’in yetkilendirmesi neticesinde yapabildim.

Bunları neden mi anlatıyorum? Çünkü “insan” dan bahseden bir insanın, bu alandaki yetkinliği büyük önem taşıyor. Günümüzde, her türlü bilgiye ulaşmak çok kolay, dolayısıyla geleneksel kaynaklardan edinilen bilgi ile modern bilgileri harmanlayıp ortaya karışık bir tepsi sunulabiliyor…

Ne yazık ki bu karışımın çoğunun altyapısı sağlam değil. Ve tepsiden beslenen insanlarda bir süre sonra mide problemleri baş gösteriyor…

Psikoloji, maneviyat, nefs, spiritüalite, tasavvuf gibi alanlarda çok fazla isim var. Ve popülaritelerine güvenen takipçileri, bu isimlerin peşinden gidiyorlar. Amaçları da “kendilerini daha iyi tanıyabilmek.”

Kendini tanıma sürecindeki en önemli faktör, kişinin yolculuğuna kimin eşlik edeceğidir. Takip ettiğiniz kişi, size “sizin kim olduğunuzu” anlatır ve siz de bu bilgiden hareketle bazı duygu ve düşünceler geliştirirsiniz.
Toplumumuzun genel eğilimi, bağlandığı kişinin söylediklerini sorgulamadan kabul etmek yönündedir. Çocukluğumuzdan itibaren itaat etme kültürü ile büyüdüğümüz için; düşüncelerine, söylemlerine değer verdiğimiz insanlara da itaat etme eğilimindeyizdir.

Ne var ki günümüz insanındaki manevi açlığın derinleşmesinden faydalanan pek çok kişi bu durumu kullanmakta ve insanları kandırmaktadır.

Diğer yanda da bilimsel verilere dayanarak hareket eden psikoloji bilimi uzmanları, maneviyatı yok saymaya meyilliler.

Ve dini kanaat önderlerinin tavırları, kuşatıcılıktan uzak ve çoğunun söylemleri irrite edici.
Maalesef son derece muhafazakâr olduğunu düşündüğümüz toplumumuzun manevi dünyası pek iç açıcı bir durumda değil. Ve hem uzmanlık alanım olması hem de bu toplumun bir ferdi olmaktan ötürü duyduğum kaygı her geçen gün artıyor. Cinayet ve intihar haberleri dahi okur olduk ne yazık ki…

Öncelikle, kendini tanımak isteyen ve bu yolculukta derinleşmek isteyen okurlarımıza ilk önerim “kimi takip ettikleri” konusunda dikkatli olmaları ve “körü körüne” kimseye bağlanmamalarıdır. Her insanın yanılması mümkündür, hata payı daima göz önünde bulundurulmalıdır.

Diğer nokta, takip edilen kişinin hangi yöntemleri kullandığı ve bu yöntemlere dair yetkinliğini nereden/nasıl aldığıdır. Bu alanda yetkinlik kazanmak için, standart eğitimler ve sertifikalar yeterli değildir. Hem formal bir eğitim hem de kişinin kendi üzerinde çalışmış olması gerekir.

Tek kaynaktan beslenmek eğer bir intisap söz konusu değilse, çok sağlıklı olmayacaktır. İntisap, geleneksel tasavvufi yöntemlerle bir mürşide bağlanmak demektir. Ve bu durumda kişinin kendini tanıma sürecini, mürşidi yönetir.

Çeşitli kaynaklardan beslenmek, farklı bakış açılarını tanımak; insana dair hem Doğu; hem Batı ne diyor bunları okumak-öğrenmek mutlaka faydalı olacaktır. Ama okunan bilgilerin kişinin iç dünyasında karşılık bulması, kişiyi zenginleştirmesi daha da önemlidir.

Manevi beslenme de tıpkı maddi beslenme gibidir. Bir ölçüsü, dozu vardır. Kaynağına bakmak, organik mi yoksa hormonlu mu olduğu; köklerine bağlı mı yoksa dolgu mu olduğu araştırılmalı ve yeteri kadar alınmalıdır.

Zira sindirilemeyecek kadar beslenmek bünyeye daima zararlıdır.

Şimdi kadim öyküye dönecek olursak;

Çin imparatoru burada insanın benliğini simgeliyor. İnsan, günlük yaşamı içerisinde sahip olduğu zenginlikleri sever ve onlarla mutlu olur. Saray, her insan için farklıdır. Kimisinin işi, kimisinin evi, kimisinin ailesidir.

Fakat günün birinde birdenbire bir eksiklik hisseder insan ve aramaya başlar. Dolaştığı yerler aslında yine kendi bahçesidir ama bunca zamandır yabancısıdır. Ve o an, bülbülün sesini duyduğu an vurulur.

Bülbül, can kuşunun temsilidir. Yani hepimizin iç aleminde yaşayan ilahî nefes…

O sesi nerede duyarsak, orada ona aşık oluruz. Çünkü o ses, bizim hakikatimizdir.

İmparatorun kuşu esir alıp gelmesi, bizim alışık olduğumuz var olma şeklimizi terk edemeyişimizi gösterir. O kadar bağlıyızdır ki alışkanlıklarımıza, aşık olsak bile onu esir etmek isteriz.
Üstelik de bu aşkı taklitleri ile karıştırabiliriz.

İşte bu taklitler, yazının başlangıcında bahsettiğim gibi kişilerdir. Yani bir insan, bizi öylesine etkiler ki adeta aşk yaşarız. Hep onu dinlemek isteriz. Ama onun konuştuğu şeyler zaten bizde olanlardır. Yani biz onu severiz, çünkü kendimizden haber alıyoruzdur.

İmparatorun sahte bülbüle kapılması gibi, günümüz insanı da sahte şeyhlere, gurulara, yaşam koçlarına kapılmış durumdadır. Duydukları ses, özledikleri sese çok yakındır çünkü.

Ama hakiki olmayan, günü gelince söner gider. Bozulur, çürür. Ve insanı hasta eder, yataklara düşürür. İşte bugün; kapı kapı, uzman uzman, guru guru gezmesi bundandır pek çok insanın.
Arayan her insan, kendi hakikatinin peşindedir zira…

Kendi hakikatinin şarkısını duyamayan insan, karanlığa düşer. Çaresizlik içerisindedir.
Ama eğer yeterince kalpten istediyse ve duasında ısrar ettiyse, bülbülün gün gelip de pencereye konması gibi, ona kendi hakikatini gösterecek bir ayna ile muhakkak karşılaşır.

Ve bu kez bülbülü ağaçtan ayırmaz, kendi de saraydan ayrılmaz. Yani hem can kuşunun sesini duymayı öğrenir hem de içinde yaşadığı dünya ile uyum halinde yaşamayı…

Bu uzun, upuzun yolculuk da şüphesiz ki nasip iledir.

Hülasa okuyucu, sen sen ol; içindeki sese kulak ver. Ama o sese benzer her sese de kapılıp gitme.
Hz. Mevlana’mızın söylediği gibi;

“Eğer sen can konağını arıyorsan, bil ki sen cansın. Eğer bir lokma ekmek peşinde koşuyorsan, sen bir ekmeksin. Bu gizli, bu nükteli sözün manasına akıl erdirirsen, anlarsın ki aradığın ancak sensin sen! (Mevlana)”

*Hocam Psikiyatr Dr. Mustafa Merter’in ‘’Dokuz Yüz Katlı İnsan ve Nefs Psikolojisi’’ adlı eserlerini okumanızı şiddetle öneririm.

Berin Tuncel

Uzman Psikolog, Psikoterapist ve Yetkili Rüya Analisti olan yazarımız Berin Remziye, Aysha’da uzmanlık alanıyla ilgili makaleler yazmaktadır. İletişim: berin@aysha.com.tr

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın