Pardon, Konuşabilir Miyiz?

Küçük oğlumun yavaş yavaş konuşmayı söktüğü şu günlerde, kelimeleri kendi dilinde arayışı beni çok heyecanlandırıyor. Aklına gelen bir kelime var, minik dudaklarında bir sağa bir sola o harfi arıyor. Sonunda söylüyor.

Konuşmanın nöro-psikolojik temelleri çok enteresan. Beynin anlama ve konuşma merkezi farklı yerlerde. Çocuklar, ilk 2 yıl (hatta anne karnında) anlamaya başlıyorlar fakat  “konuşma merkezi” olgunlaştığında konuşabiliyorlar.

Kelimeler ve harflerin telaffuz edilmesi için gereken bir zaman dilimi var. Bir kelimeyi söylemek istemesi, o kelimeyi söylemesi için yeterli olmuyor ilk günlerde. Beyindeki sinir hücreleri arasındaki bağlantıların güçlenmesi gerekiyor. Bu da sık sık tekrar ederek mümkün oluyor.

Sahip olduğumuz en sıradan şeylerin, dikkatle incelediğimizde bir mucizeye dönüşmesi kaçınılmaz. O günleri geride bıraktığımız için kolay sanıyoruz konuşmayı. Ya da günümüz anne-babaları gibi kolaylaştırmak için zorluyoruz koşulları. Tekrar ediyoruz sayıları, sesleri, renkleri…

Oysa her şeyin tayin edilmiş bir vakti vardır. Vakti gelmeden dökülmez yapraklar ve vakti gelmeden kanatlanmaz kuşlar. Onlar gibi vakti gelince konuşur çocuklar, “tabiatlarına müdahele edilmediğinde.”

Ne kadar zor beklemek değil mi? Minik bir canlının “kendi ritmi içerisinde” öğrenmesini… Ona biçim vermeden, onu yönlendirmeden ve incitmeden “kendi olabilmesi için eşlik etmek” ne kadar zor.

Bir tek kelimeyi söylemek için geçmesi gereken zaman çok uzun geliyor bize, zira çok meşgulüz (!) ve ona yeterince nitelikli zaman ayırmamız gerekiyor.

Konuşmaya başlayan oğlum, bana geçen haftaki yazımı yeniden hatırlatıyor. Gelen yorumları, konunun anlaşılma biçimlerini düşünüyorum ve “konuşmak” diyorum.

Gerçekten konuşabiliyor muyuz?

Gerçek duygularımızı, gerçek ihtiyaçlarımızı fark edebilecek zaman ve sükunete sahip miyiz? Biz yetişkinlerin zihninde anlama ve konuşma bölgesi arasındaki bağ çoktan kuruldu ve başka bir bağlantı noktasını,  “kalbimizle bağını” yitirmiş olabilir miyiz dilimizin?

Kalpten konuşabilen, kalpten dinleyebilen kaç kişi var aramızda? Sadece kendi bildiğini karşısındakine kabul ettirmek ya da kendi bildiğini kanıtlamak amacı gütmeksizin yahut seni gerçekten anlıyorum/dinliyorum izlenimi uyandırma derdinde olmadan “candan dinleyen/konuşan…” kaç kişi?

Görünen o ki, hepimiz “can”ımıza susamışız.

Prensesin suçu canavarın sesini hep dışarıdan geliyor sanmaktı.

Ve prens, atın hızına kapılıp prensesi unutarak yaptı hatayı.

Öyleyse canını seven, ona kulak versin.
 
Dağların taşların bile görür gözleri, işitir kulakları vardır. Eğer Allah rüzgara gözsüz bir görüş vermeseydi, Ad kavminin inananları ile inanmayanlarını nasıl ayırt edebilirdi?

Nemrudun yaktığı ateşin   gören  gözü işiten kulağı  olmasaydı, İbrahim’e hoş geldin diyerek onu ağırlayabilir miydi?

Onu yakmamak için teklifte bulunur muydu?

Nil nehrinde o ilahi nûr o göz olmasaydı, o görüş bulunmasaydı, Kıpti ile Sipti’yi hiç seçebilir miydi?

Dağların taşların görür gözü işitir kulakları olmasaydı  Dâvud Zebûr okurken onun sesine ses verirler miydi?

Onunla dost olurlar mıydı?

Eğer şu yeryüzünün can gözü olmasaydı, Karun’u nasıl semirip yutardı?

Eğer Hannâne direğinin gönül gözü olmasaydı, o eşsiz Peygamberin ayrılılığını nasıl görür ağlar inlerdi?

Kırık taş parçalarının bile  görür gözleri olmasaydı avuç içinde dile gelip Efendimizin peygamberliğine nasıl tanıklık ederlerdi? (Mesnevî 4/ 2411)

 
R.Berin TUNCEL
 
Berin Tuncel

Uzman Psikolog, Psikoterapist ve Yetkili Rüya Analisti olan yazarımız Berin Remziye, Aysha’da uzmanlık alanıyla ilgili makaleler yazmaktadır. İletişim: berin@aysha.com.tr

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın