Yazarlarımızdan Zeynep Özcan, Kasım ayında Aysha Dergi’deki köşesinde ünlü spiker İnci Ertuğrul ile keyifli bir röportaj yaptı. İnci Ertuğrul hakkında tüm bilinmeyenler röportajımızda…
Hayranlıkla takip ettiğimiz, başarılı televizyoncu, gazeteci İnci Ertuğrul ile Nolte Mutfak’ta samimi bir röportaj ve renkli, kahkaha dolu fotoğraf çekimi gerçekleştirdik. Spiker, sunucu, gazeteci, öğretmen olarak tanıdığımız İnci Ertuğrul’un hayata nasıl şahane bir ailede, hangi değerler ve kazanımlarla başladığı, Trabzon’da geçen çocukluğu, çocukluk yıllarından anımsadığı lezzetler, iş hayatındaki disiplinin özel hayatına yansımasını, yeni çıkacak kitabı “Sessizliğe Konuşanlar, Sessizliğe Susanlar”ı yer yer hüzünle, çoğunlukla kahkahalarla konuştuk.
ERTUĞRUL HAKKINDA TÜM BİLİNMEYENLER!
İnci Ertuğrul hakkında daha önce okumadığınız nice bilgiye ulaşabileceğiniz, değerleriyle yaşayan başarılı bir kadın olarak sürdürdüğü hem iş hem de özel hayatının hepimiz için hayat dersi olacağını düşünüyorum. İçten açıklamalarının yer aldığı kıymetli bir röportajla karşınızdayız. Röportajımızın sonunda bulunan, Nolte Mutfak’ın eşsiz atmosferinde hazırladığımız, peyniraltı suyu ile zenginleştirilmiş atıştırmalık tariflerine göz atmayı, uygulamayı unutmayın. Keyifli, lezzetli okumalar…
“YARAMAZ BİR ÇOCUKTUM”
Özel yaşamınıza, çocukluğunuza dair çok bilgi paylaşmamayı tercih ediyorsunuz. Ama biyografinizi ayrıntılarıyla okuduğumda çocukluğunuzu çok merak ettim. Trabzon’da doğdunuz… Nasıl bir çocukluktu sizinki, nasıl bir ailede dünyaya geldiniz?
Kendimi iş dışında pek anlatmadım bugüne kadar. Ama soranlara da cevap verdim. Bir şey sakladığımdan ya da gizlediğimden konuşmuyor değilim, işimle konuşulmayı sevdiğim için tercihim böyle oldu. Öğretmen bir babayla terzi bir annenin çocuğuyum. Üç çocuğun en büyüğüyüm.
Çocukluğum, doğduğum Akçaabat’ın bir köyünde geçti. Şimdi belde olan bir sahilde… O yüzden köy yaşantısını, özellikle köydeki kadınların yaşantısını çok iyi bilirim. Yaramaz bir çocuktum. Benden 20 ay küçük erkek kardeşimle beraber sürekli bahçede, sokakta oynayarak, doğayla iç içe büyüdüm. Şanslı bir çocuktum. Ama erkek kardeşim ne kadar usluysa ben o kadar yaramazmışım.
İlk yaşadığımız yer, küçük bir köy lojmanıymış. Lojmanın bitişiğinde oturan, çocukları olmayan komşu bir öğretmen aile: “Yücel’e bakıp çocuğumuz olsun istiyoruz, İnci’ye bakıp vazgeçiyoruz.” derlermiş. 3-3.5 yaşında, çok geç konuşmuşum bir de. Hatta ağzıma kuş bağırtmış komşular, konuşmuyorum diye. Çatıdaki güvercinlerle karşılıklı “Uuu” sesleri çıkararak uzun bir süre geçmiş, konuşamayacağımı düşünmüşler. Sonra da susturmak için uğraşmışlar. Böyle bir çocukluk….
Bir röportajınızda, ev kokusu deyince aklıma yemek kokusu gelir demişsiniz. Çocukluğunuzdan izler taşıyan bir cümle gibi…
Bahçeli bir evde büyüdüm. Evin merdivenlerine yaklaştığımda, mis gibi yemek kokusu gelirdi. Annem mutlaka birkaç çeşit yemek pişirirdi. Ne olursa olsun, hasta da olsa bir yere gidecekse de yemeğini yapmadan çıkıp gitmezdi. O yemeğin kokusu, tereyağında kavrulan salçanın kokusu, bana çok özel gelir. Ramazan ayında özellikle, iftarı beklerken gelen çorba kokusunun belleğimde apayrı bir yeri var. Annemin mutfağı iyidir, ben onun kadar iyi yemek yapamam hatta yanına yaklaşamam. Kızım çocukken sıralama yapardı, ilk beşe zor girerdim. Meslek olarak aşçılık yapanları ayrı tutuyorum ama bence dünyanın en iyi aşçıları herkes için anneleri…
Çocukluğunuzun Trabzon’undan yemeye dair hatırladığınız neler var?
Mutfağımızda karalahana; çorbasıyla, mısırla, sarmasıyla hep baş köşedeydi… Balık, özellikle hamsi vazgeçilmezdi. İlk çocukluk yıllarımda evimiz deniz kenarındaydı. Pencereden baktığımızda denizden gelen küçük kayıklar görülürdü. Kayıklar sahile yaklaşır, insanlar balıklarını almak için hemen sahile inerdi. Mutfak tezgahından, lavabosunun içinden balıkların zıplaya zıplaya yere düştüğünü hatırlıyorum. O kadar canlı, tazeydi. Oturduğumuz lojmanın altında bir bakkal vardı, köşesinde ekmeğin kesileceği ahşap tezgah, çok net gözümün önünde mesela. Koca koca ekmekler orada kesiliyordu. Ekmeğin kokusu, kabuğun kalınlığı, muhteşem bir lezzetti o…
“HAZIR GIDA TÜKETMİYORUM”
Size sınırlarınızı aştıran yemekler var mı?
Yemeği seviyorum. Çalışma hayatında disiplinliyim ama yemek konusunda biraz disiplinsizim. İş hayatındaki o gerginlik ve her an çok dakik, disiplinli olma huyunu özel hayatıma taşımadan kendimi daha rahat bırakmak gibi bir tercihte bulunuyorum. Hazır gıda tüketmiyorum, paketli bir şey de girmez bizim eve. Genelde sağlıklı şeyler yenir ama benim tatlıya çok büyük bir zaafım var. Her gün tatlı, çikolata yiyorum… Hep bir kilo problemim var, bir kez bile diyetisyene gitmişliğim yok. İhtiyacım var ama uyamayacağımı bildiğim için boşuna mahcup olmayayım diye gitmiyorum.
Annenizle ilişkiniz nasıldı?
Çok iyi. Çocukken annem biraz daha disiplinli duran tarafta, babam daha yakın ve şımardığım taraftı. Annem çok iyi bir terziydi ve öğrencileri vardı. Evin bir odası atölye gibiydi. O ekiple beraber gelinlikler diken bir atölye sistemiyle çalışırdı. Benden 20 ay küçük bir erkek kardeş, evde öğrencileri, yetişecek siparişler ve evin işleri, bir yandan da Karadeniz’de her gün gelen misafirlerin ağırlanması… Dolayısıyla annem hep bir koşuşturma içerisindeydi. Sabrı azdı. Tabii biz o zamanlar o sabrı anlamazdık. Babam daha toleranslıydı. Bir şey isteyeceksek babamdan isterdik. Annem biraz sert gibi görünürdü ama o düzeni sağlaması gerekiyordu. Annem ve babamla ilişkileri konusunda hiç sıkıntı yaşamadım ben. En büyük zenginliğim de bu bence. Her şeyini anlatabilen bir çocuktum. Bu yaşımda hala babamın dizine yatar, “Babacığım” derim, o saçımı okşar…
Sizin bu denli mutlu bir insan olmanızın altında yatan neden bu sanırım.
Çok şükür… Mutlu bir çocukluk geçirdim, paylaşımla büyüdüm ve hayatım boyunca da öyle devam etti. En büyük rahatlığım ne biliyor musun Zeynep? Ben açığım, olduğum gibiyim. O tarafta başka, bu tarafta başka, ekran önünde başka bir İnci yok. O kadar büyük bir rahatlık ki… Bunu bana ailem verdi. Benim her zaman önceliğim hala ailem. İşimi çok seviyorum. Onun için çok emek verdim, vermeye de devam ediyorum. Ama her zaman dengeyi korumaya çalıştım. Çünkü yaptığım iş, iyi yönetemezseniz, aile yaşantısına zarar verebilecek bir iş. Yeri geldi, işimden birkaç adım geride durmayı seçtim. Aile hayatım sağlam yürüsün diye… Bunu kızım Sahra’ya da aktarmaya çalışıyorum.
“YAŞADIĞIM MEKANI KULLANMAYI SEVİYORUM”
İş hayatında disiplinli ve oldukça kontrollü görünüyorsunuz. Evde nasılsınızdır?
Sanırım yıllardır haber spikerliği yapmanın, yaptığım programdaki o ağır duygular, acı yaşayan, çaresiz insanlarla karşı karşıya kalmanın getirisi… İster istemez duygusal yapım orada öne çıkmasın diye kalkan oluşturmaya çalışıyorum. Yoksa ben o konuları evde seyirci olarak izlesem oturur ağlarım sürekli. Ama kamera gerisinde çok disiplinli olduğumu söyleyemem. Hayatımla ilgili çok kötü bir huyum var. Yapılacak bir şey varsa, son ana kadar ertelerim. Dağınık bir insanım. Dolabımı sabah düzelteyim, akşam dağılır. Evde her şeyin, muntazam olmasını istemem. Zaten simetriden nefret ederim. Yaşadığım mekanı kullanmayı seviyorum. Tabii ki temizlik çok önemli, çok ayrı bir şey ama evde rahat olmalıyım. Evime gelen de rahat olmalı. Oturduğum evdeki eşya bana hizmet etmeli, ben ona değil. Çok sık eşya da değiştiremem, onlarla paylaşılmışlıkları kaybetmek istemem. Bende anısı vardır, kolay kolay vazgeçmem…
O KADAR HERHANGİ BİRİYİM Kİ…
Medyadaki duruşunuz, gün sonunda reyting değil vicdan rahatlığı elde etmek istediğinizi gösteriyor. Bu kazanımı nasıl elde ettiniz?
Temelde aileden aldığım değerler, bu duruşumdaki en büyük pay zaten. Hayatta önceliklerimiz var, ne elde etmek istiyorsunuz? Ben tabii ki başarılı olmak, işini iyi yapan bir sunucu, programcı, televizyoncu, gazeteci olmak istiyorum. İşimi çok seviyorum çünkü. Ama insanları inciterek, ezerek, zora sokarak bunu yapmak istemiyorum. Benim için hiçbir program, hiçbir reyting, o insanın dışarı çıktığında hayatını olumsuz etkilemeye değmez. Hep dikkat etmeye çalıştım ama zaman zaman benim kontrolüm dışında bir şeyler olmuş olabilir.
Bunu bir iki kere fark ettim ve ekiple aramda ciddi sorunlar yaşandı. Gelen her konuğa misafirim gibi baktım. Onun yayında kaldığı süre iki-üç saat ama dışarıda bir ailesi, hayatı var. Bu tarz programlara insanlar son çare olarak geliyor. Zaten yüreği o kadar incinmiş, o kadar hassas ki, ona iyi davranmak lazım. Hayattaki duruşumu ekrana da yansıttığımı düşünüyorum. Hayatta da birinin sırtına basayım geçeyim, ne olursa olsun diye düşünmem. Hiçbir zaman yapmadım. Bilmeden yaptımsa da çok üzülürüm. Bir de çok büyük hırsları olan bir insan değilim. Aşağı yukarı 30 yıldır sektördeyim. Belli bir çizgim, sade ve düz bir hayatım var… Röportajlarda hep söylüyorum, bende öyle çok malzeme yok ki.. O kadar herhangi biriyim ki..
SOSYAL MEDYANIN UZAĞINDA DURMAYI TERCİH EDİYORUM
Röportaj öncesi sosyal medyada niçin hesabınız olmadığını anlattınız. Ben çok etkilendim, isterim ki okurlarımızla da paylaşalım….
İşlerle ilgili paylaşımlar, aktarımlar, etkileşimler için doğru bir alan olduğunu düşünüyorum. Ama bu haliyle medya olarak görmüyorum. Medya dediğimiz şey; kuralları olan, içinde bulunan toplumlara, değerlere, ilkelere saygı duyan bir yapıdır ve bu yapının yeri geldiğinde de denetlenmesi gerekir. İşini medya olarak yapan haber siteleri, internet sitelerini ayrı tutuyorum. Ama şu haliyle oradaki paylaşımlara, günlük hayatta yaşadıklarını aktarmalarına, olur olmaz her şeyi oraya yığmalarına ve tüm bunlara sosyal medya başlığının getirilmesini yanlış buluyorum. Çok özür diliyorum ama sanki bir içini boşaltma, nefret kusma alanına döndü pek çoğu için. Bir başkasını incitmek, bir başkasını karalamak üzere yaşayan ve orada kendini öyle var edenlerin sayısı çok fazla. Bu çok üzücü bir durum. Biz bu kadar kötü müydük, bu kadar kötülük var mıydı bizim insanımızın içinde… Yaşadığım topluma yakıştıramıyorum bunları. Uzağında durmayı tercih ediyorum. Bir ara Instagram’da bir hesabım vardı. Sadece arkadaşlarımı, uzakta olan birkaç akrabamı takip için açmıştım, şifresini de unuttum.
Bir kitap projeniz vardı; üzerinde çalışıp, rafa kaldırdığınız. Keşke yayınlasanız…
Kitabımın editörlüğünü yapan Ece, beş yıldır resmen beni takibe aldı: “Çıkaralım, basalım” diye. En sonunda ikna etti. Kadın hikayeleri var kitapta. Kendimi anlatmayı sevmiyorum dedim ama “İnci Hanım siz de bir kadın olarak kolay şeylerle gelmediniz buraya. Medyadaki pek çok isme göre bir kadın olarak başladığınız yer bambaşka, paylaşalım.” diye ısrar ettikleri için kendi yaşadıklarımdan da birkaç küçük bölüm ekledik. Programımda tanıştığım ve dinlediğim kadınların hikayelerine, dışarıda tanık olduğum birkaç hikayeye de yer verdik. Tabii ki isimler, mekanlar değiştirildi. Ama aslında anlatılmak istenen şey şu oldu; birbirimizin yaşadığı acılara kayıtsız kalmayalım artık.
Kitabın ismi de zaten oradan çıktı “Sessizliğe Konuşanlar, Sessizliğe Susanlar” diye. İnsanların acılarına duyarsız kalıp, görmezden gelip hayatını sürdürenler ya da belli yerlerde, makamlarda olduğu halde, insanların bazen yapması gerekenleri yapmamasıyla kangren hale gelen meseleler ve toplumun içindeki aşılmayan şiddet olgusu…
Bütün bunları yansıttığımız, biraz hüzünlü bir kitap oldu. Kadınların birbirini tanıması noktasında eksiğin aşılamadığını düşünüyorum. Konuşurken, biz diye başlıyoruz cümleye… Biz kadınlar diye. Ama sen Zeynep, ben İnci, o Seçil bambaşka şartlarda, bambaşka hayatlar yaşıyoruz. Bambaşka ortamlarda doğup büyüyoruz.
Dolayısıyla, ben seni benim yaşam şeklimle yargılayıp sana benimkiyle ilgili bir uyarlama yaptığımda sonuç alamam. Aynı şey senin için de geçerli. Bunu aşmamız, birey olma meselesini çözmemiz lazım. Her şeyden önce kadınlı erkekli asıl olanın insanlık olduğunu herkesin algılaması gerek diye düşünüyorum. Birazcık bunun altını çizmeye çalıştım. Çok çekinerek yaptım. Çünkü yazmak bence çok ciddi bir eylem. Hikayelerde hep sakladıklarım var. Kitaba hiç gelemeyen hikayeler var. Onları yazsaydım çok konuşulan bir kitap olurdu. Ama yine oturdum ve onlar bende kalmalı diye karar verdim. İnşallah okurlar sever. Kitap Kasım itibarıyla yayınlandı.
PEYNİRALTI SUYU İLE ZENGİNLEŞTİRİLMİŞ TARİFLER
Sevgili İnci Ertuğrul’la birlikte hazırladığımız peyniraltı suyu ile zenginleştirilmiş glütensiz mısır unlu kraker, aroması ve çıtırlığıyla en sevdiğiniz atıştırmalıklar arasında yerini alacak. Fındıklı glütensiz, şekersiz kurabiyenin içerisinde şekerin yer almadığına inanmak güç! Lezzeti damağınızı şenlendirecek, sağlıklı kaçamaklarınızın vazgeçilmezi haline gelecek… Şimdiden afiyet olsun!
Glütensiz Mısır Unlu Kraker
Malzemeler:
2 çay bardağı mısır unu
2 tatlı kaşığı lor peyniri
1/2 çay kaşığı tuz
1/2 çay kaşığı karabiber
1/2 çay kaşığı kırmızı biber
1 çay bardağından bir parmak eksik sıcak peynir altı suyu
1 yemek kaşığı zeytinyağı
1 yemek kaşığı domates salçası
1 yumurta sarısı
Yapılışı:
- Bir kaba mısır unu, tuz, tüm baharatları, salça ve peyniri alın, karıştırın.
- Yumurta, zeytinyağı ve peyniraltı suyunu ilave edip, yumuşak kıvamlı bir hamur elde edin.
- Yağlı kağıdı pişirme için kullandığınız fırın tepsisinin üzerine serin. Bir yemek kaşığı kullanarak harcı yağlı kağıdın üzerine alın.
- Büyükçe bir yağlı kağıdı hamurun üzerine kapatıp merdaneyle hamuru inceltin.
- Keskin bir bıçak kullanarak şekil verdiğiniz hamuru önceden ısıtılmış 180°C fırında üzeri kızarıncaya dek pişirin. Soğuyunca servis yapın.
Fındıklı Kurabiye
Malzemeler:
1 su bardağı çiğ fındık
1 su bardağı dut
2 tatlı kaşığı lor
1 tatlı kaşığı tereyağı
1 yumurta
2 yemek kaşığı peyniraltı suyu
Yapılışı:
- Mutfak robotuna dutu alın, toz haline gelene kadar çekin.
- Bir tavaya kabukları ile beraber alın. Kavurduktan sonra, bir taba kabuklarını soyun soyun.
- Geri kalan tüm malzemeyi de birlikte mutfak robotuna alın. Birkaç dakika robotu çalıştırın. Tepsiye yağlı kağıt serin.
- Ceviz büyüklüğünde parçalar aldığınız hamurdan şekil vererek tepsiye yerleştirin. 180 derece fırında üzeri kızarana dek pişirin.
Zeynep Özcan