Bir alışkanlık halinde, farkında olmadan her gün yaptığımız hiçbir şey anlamsız değildir aslında. Bu güzelliklerden bazılarının kaynaklarını biliriz, bazılarını bir başkasından dinlerken hatırlarız ya da dostlarımızın tadına doyum olmayan anlatımlarıyla öğrenir, nakşederiz belleğimize… Hâlâ hafızalarımızda canlandığında bize mutluluk veren bu güzellikler, âdet ve geleneklerimizin zenginliğinin ve çok renkliliğinin işaretleri olarak, giderek daha da anlam kazanmakta. Özellikle de Ramazan ve bayramlarda yaşantımızı şımartan renklilikler saymakla bitmeyecek kadar çoktur. Her zemin ve zamanda, sıcak ve samimi ilişkilerin sergilendiği renkler, hatıralar…
“Eskiden evler birbirine uzak ama insanlar birbirlerine yakındı. Şimdi ise, evler yakınlaştı ama insanlar birbirinden uzaklaştı” diye çok güzel bir söz vardır ki; bugün hepimizin içinde bulunduğu dostluk, sohbet ve muhabbet fakirliğinin ifadesidir. Ne yazık ki, bu uzaklaşma kahve alışkanlığımızı ve kahve sohbetlerimizi de alıp götürmüştür. Hâlbuki bir fincan kahve dost meclislerinin özü, ta kendisidir. En güzel sohbetler ocağa sürülen kahvenin misler gibi kokusu eşliğinde başlar. Ağır ateşte, aheste aheste pişen, ağzı şımartacak bu tada hazırlık için, kahve ile birlikte ikram edilen su önce içilir. Kahvenin, yanında bulunan çifte kavrulmuş ya da sakızlı lokum ise bu lezzeti taçlandırmaya yarar. “Afiyet olsun” sözü, o ince ve zarif fincanın içine sığan sohbetlerin kapısını aralayan sihirli sözcüktür. “İki lâfın belini kıralım” diye başlayan muhabbet, saatleri kovalarken, kahve telvesi gibi koyulaşıverir. Hele de bir genç kız tarafından yapılmışsa kahve, değmeyin keyfimize… Zira “Ehl –i keyfin keyfini ne tazeler?/ Taze elden, taze pişmiş, taze kahve tazeler.”
Nitekim kahve, zindelik verme özelliğiyle yorgunluğumuzu alıp götürdüğü gibi, eş dost ile o beli kırılan kelimeler de zihin yükümüzü hafifletiverir.
Onaltıncı yüzyılın ortalarında, kahve ile tanışan İstanbul’un kahvehanelerindeki sohbetler ise bambaşkadır. Bu mekânlar birer kültür merkezi ve sosyalleşme alanı olarak, sevgi dolu dostluklara kapı aralayan birer okuldur âdeta. Ayrıca, kahvehanelerin özenle döşenmiş, kullanılan eşya ve malzemeleri özenle seçilmiş, düzenli mekânlar olduğu ve hatta pek çok yazarın yetişmesinde kahvehanelerin okudukları okullardan daha fazla rol oynadığı söylenir. Edebiyatımızın usta kalemlerinden Sait Faik bu konuda: “Kıraathaneye gitmemiş bir üniversitelinin tahsilini yarım sayarım” diyecek kadar iddialıdır, kahvenin ve kahvehanelerin insanımıza ve de toplumumuza katkısı hakkında.
“Kahvehaneler boş vakit geçirilen yerler değil, bilâkis ilim ve fazilet erbabının toplandığı ilmî, zarif edebî, tarihî sohbetlerin, ince lâtifelerin yapıldığı yerler olduğunu, âdeta ilim, irfan yuvaları, sosyal yardım cemiyetleri gibi işlediğini, kahvecinin yaşlıca, evli, emniyetli, dürüst, üstü başı – eli yüzü temiz, anlayışlı bir kişi olduğunu” yazar Abdülaziz Bey, “Osmanlı Âdet ve Merâsimleri” kitabında. Bu seçkin kahvecinin elinden pişen kahve, muhakkak Beykoz, Eyüp veya Tophane işi, sanat harikası fincanlar içinde sunulur. Kısacası baştan sona bir zevk–i selim işidir kahve…
Çekirdeklerinin kavrulup çekilmeye başlandığı, hele ki ocağa sürüldüğü andan itibaren havada muhabbet rüzgârı esmeye başlar. Kahve, ancak sohbet ehliyle yudumlandığında anlam bulur. Süheyl Ünver, burma sütunlu, oyma tavanları yaldızlı, havuzlu, Acem halıları ve Lahor şallı yastıklarla döşeli kahvehaneleri; “Çay ve kahvenin ahbab ve yâren ile pişirilip içildiği nâdide yerler” olarak vasıflandırır. İşte tam da burada; “Gönül ne kahve ister ne kahvehane / Gönül ahbab ister kahve bahane” deyiverir şairimiz.
Kahvenin şarkılar, türküler, şiirler, atasözleri, deyimler ve hikâyelere konu olması, toplumumuzdaki yerini ve önemini tasdikler niteliktedir. Ayrıca, kahverengi, açık kahve, koyu kahve, sütlü kahve, yanık kahve derken adını alan renklerle de hayatımıza canlılık katıverdiği bir gerçektir.
En güzel işlere, en güzel sohbetlere kahve yudumlayarak başlanır, en güzel işler kahve içerken karara bağlanır. Bir yuvanın kurulmasının ilk adımı, simgesi, hatta onayıdır, “Allah’ın emri, Peygamberin kavliyle” söze başlanan isteme faslından sonra ikram edilen kahve…
Kahvenin lezzeti ve sunuluşu misafire verilen önemin bir göstergesiydi. Geçmiş zamanlarda, ev sahibesinin kahveyi usulünce sunması halinde gelen misafir ile uzun uzun sohbet edilebileceği anlaşılırdı. Aksi takdirde ise, ziyareti kısa tutmanın iki tarafın da menfaatine olacağı aşikardı. Nitekim bu konuda şöyle bir hikâye nakledilir: Bir gün ev sahibesi pişirdiği kahveyi gelen misafirlerine ikram eder. Misafirlerden biri kahveden bir yudum aldıktan sonra yanındakine dönerek; “Yoktur eseri” der. Arkadaşı üzerinde durulacak bir şey olmadığını ifade için “Yuvarla gitsin içeri” diye cevap verir. Bunun üzerine konuşmaları duyan ev sahibi; “Hanımlar, kahve bir töredir, o da adamına göredir” deyince, misafirler fazla oturmamak gerektiğini anlar ve müsaade isterler.
Türk’ün en büyük ikrâmı olan kahve; vefâ, dostluk ve sevgiye dayanan ve canlılık veren bir semboldür âdetâ ve şiir diliyle şöyle yansır mısralara;
“Bir kahvenin vardır kırk yıl hürmeti
İyiler unutmaz insâniyeti”
Ağzımızdan kahvenin, yüreğimizden muhabbetin tadı hiç azalmasın dileğiyle
Ferda Olbak Mazak