Beni sokaklarında misafir eden Londra, tarih sayfalarına kattığı karanlık, gri ve acımasız havasından asla vazgeçmeyen tavrıyla halinden oldukça mutlu gözüküyor gözüme. Sokaklarında koşturan insanlar, ister çekik gözlü, ister siyah ya da isterse mavi kan denen asil soydan olsun, hepsine dersini iyi vermiş bu şehir. Herkes birbirinden daha iyi olmasını ümit ettiği ingilizcesiyle oradan oraya savruluyor bu koşturmacada. Dünyanın en eski metrosunda, bir güzergâhtan diğerine geçmeye çalışırken kulağıma her türlü ülkenin kendine has müzik aletinden çıkan yerel türküleri çarpıyor. Düşünmeden edemiyorum. İngilteredeyim. Pakistan, Arabistan, Türkiye ya da İtalya’da değil. Tüm ırkların birbirine karıştığı bu kozmopolit şehirdeyken, bunun farkına varmam epey vakit alıyor.

Kendimi hangi şehirde olursa olsun turist gibi hissetmek istemem. O şehrin insanıymış gibi yaşamak bence şehri tanımak için en doğru tavır. Yalnız bu gelişimde Londra’da öylesine yabancı hissediyorum ki, elimde hava ne kadar açık olursa olsun yanımdan eksik etmediğim (ve bunun için her defasında kendimi kutladığım) şemsiyemin altında, kendimi o meşhur dönme dolap London Eye’ın önünde buluyorum. London Eye, şehrin tam da merkezindeki Parlamento binasının (Westminster) hemen karşısında misafirlerini teker teker tepeye çıkarıp indiriyor. Genelde önünde metrelerce kuyruk olmasına rağmen havanın huysuzluğundan olduğunu tahmin ettiğim küçük kalabalığın içindeyim. Bir ufak sıçrayışla atladığım London Eye, beni şehrin ufuklarında gezintiye çıkarıyor.

Her şey öylesine gri ve sabit geliyor ki gözüme… Aklıma hiç unutmadığım bir Ahmet Hamdi Tanpınar cümlesi takılıyor. “Kımıldamayan çehre ve siyah taş görmeye gittiğim Londra”… Tüm bu puslu cümlelere rağmen söylemek gerek. Bu küçük tur, çok düz bir şehir olan Londra’yı tepeden seyretmek için gerçek bir fırsat. Tur sonrası karşıma çıkan Film Müzesi ise, benim gibi hayatının önemli bir kısmında sinema aşkını saklayanlar için eğlenceli bir adres. Yağmur hızımı kesmeye yetmiyor ve ertesi gün bütün zamanımı gerçek sanat şaheserleriyle dolu National Gallery of Art’a ayırıyorum. Siz de benim gibi tarihin henüz ne koktuğunu tam tarif edemediğim sayfalarındaki yüzlerle karşılaşmak ve örneğin Sekizinci Henry ile Tudors hanedanının münazarasını yapmak istiyorsanız, National Gallery’nin hemen yanından girilen National Gallery of Portrait’e muhakkak uğrayın. Hanedanlardan, Lord Kamaralarındaki kumandanlara kadar herkesin portresiyle biraz uzaklara dalmanızı tavsiye ediyorum. En az iki günün ayrılmasını gerektiğini düşündüğüm National Gallery ve British Museum’un verdiği yoğun ve yüksek sanat havasını, moderniteyle birleştirmek üzere, rotam Piccadily Circus’taki müzikal salonları. Her Avrupa şehrinde olduğu gibi, çoğu erkenden kepenkleri indiren dükkânlardan sonra, akşamlarınızı verimli geçirmek için bu renkli yerler doğru adresler.

Bir tarihin yattığı British Library, Kral III George’un 85.000 kitabıyla birlikte yaklaşık 100 milyon kitabı bağrına basmış. Okumaktan ve geçmişle yüzleşmekten hiç korkmayan bu koca medeniyetin torunları, acaba tarihlerine karşı tarafsız olabiliyorlar mı diye düşünmeden edemiyorum. Dünyaya getirdikleri yüzlerce yenilikle birlikte devirdikleri ülkeler, insanlar ve diller gün gelip ayağa kalkacaklar mı? Kim bilir…
ZİRVEDEKİ BİRÇOK İSMİN ANA VATANI
– Yakından görme fırsatımızın çok düşük olduğu dünyaca ünlü starlarla dolu mumya müzesi Madame Tussauds; gençlerin ve çocukların günlerini geçirmeleri için renkli bir karar olacak.

– Askerlerin nidalarıyla titreyen ve saat başlarında devir teslim törenlerine şahit olan Buckhingam Sarayı, içerisinde yüzlerce asilzadeyi ve binlerce hizmetliyi barındırıyor. Kraliçe karşısında tir tir titreyen ülkenin insanlarının en önemli konuları ise genelde Prens Charles, William, Henry ve elbette tüm İngiliz kızlarının yeni gözdesi Cambridge Düşesi Kate Middleton.

– Başta Hyde Park olmak üzere, şehrin insanına nefes alma imkanı veren devasa alanlar, aslında zamanla Londra’nın merkeziyle birleşen civar köylerin meraları. Bir bisiklet turu yapmak sizi iyice Londra’yla bütünleştirecek.

– Dünya çapında ün sahibi olan moda tasarımcılarımızın da ürünlerinin bulunduğu “Harrods” mağazası, Londra’ya uğrayan tüm hanımların yolunu muhakkak çevirdikleri bir alışveriş cenneti.

– Vintage mağazalarla dolu, hepimizin bildiği bir mahalle olan Notting Hill’de az parayla çok iş görülebilir. Sizlere tavsiyem bir günlüğüne aldığınız ünlü kırmızı şehir turu otobüsü biletiyle, gözünüzün kestirdiği yerde sokağa atlayıp şehri keşfetmeye başlamak…

– Müzikaller akşam 7 gibi başlasa da biletlerin sadece sabahları satıldığını unutmayın!
– Londra’da tatile gidip üşümemek ya da ıslanmamak diye bir ihtimal çok düşük. Hazırlıkları buna göre yapmak gerek!
– Kırmızı telefon kulübelerinin artık birer sokak mobilyasından öteye gidemeği Londra’nın yetiştirdiği ve bu dünyaya bıraktığı en büyük edebi ve ebedi isim Shakespeare, yolculuğunuz sırasında size eşlik eden isim olmalı. Charles Dickens okumak ise eski Britanya’yı iliklerinize kadar hissetmenize yardımcı olacak.

… but, rather, it endures until the last day of life.
if i am proved wrong about these thoughts on love
then i recant all that i have written, and no man has ever (really) loved.
… aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
demek hiç yazmamışım ve kimse sevmemiş asla.
(Shakespeare 116. sonnet )