YOU DON’T OWN ME*

Bu yazıya başlayabilmek için oğlumu uyutmam, yarınki misafirime hazırlanmam, evi süpürüp bir temizlemem ve birkaç şey daha yapmam gerekti. Aradan geçen üç saatin sonunda nihayet oturdum.

 

Zihinsel çalışma yükü diye bir şey duymuş muydunuz? Hani evde radarlarını açmış vaziyette dolaşmak, mutfağa giderken sadece mutfağa gidememek giderken de bari bir şey götürmek, götürmüşken de bulaşıkları makineye yerleştirmek ve sonu gelmez bir zincirin hakimi ve o büyük ve ağır zincirin bir parçası gibi yaşamak. Senin görevin olmayan şeylerle ilgili bir sorumluluk duygusu hissetmek. Yapmasan da hatırlatmak, hatırlattığınla yetinmeyip yine hatırlatmak ve işin sonunda kafa ütüleyen kişi olmaya kadar varmak. Çalışan kadının üstündeki o yıkıcı ağırlık. Çalışmayan bir kadın ve çalışan bir erkeğin evliliğinde iş bölümünü ev/ dışarısı şeklinde kurgulamak bir çırpıda düşününce evet mantıksız değil. Ama karı-koca çalışan evlerde durum nasıl? Hakiki bölüşme var mı? Erkekleri geçtim, kadınlar gerçekten eşit olduklarına inanıyorlar mı?

Aslında aklımda başka bir konu vardı. The Handmaid’s Tale’dan bahsedecektim. Birkaç gündür bu fikir vardı aklımda, bağlamını oturtamıyordum ama o bilgisayara bir türlü ulaşamamak, o zihinsel yorgunluğun diziyle –henüz kitabı okumadım- yakın bir bağı olduğunu düşünmemi sağladı.

 

Yakın bir gelecekte Amerika’da geçen dizi bir distopya hikayesi. Kanadalı Yazar Margaret Atwood’un 1985 tarihli aynı adlı kitabından uyarlama. Kitap edebiyat tarihinin sayılı feminist romanlarından biri olarak kabul ediliyor.

Hikayeden bahsetmek istiyorum biraz: Hayat normal seyrinde akıp giderken, oldukça azalan doğum oranlarına yönelik bir “kurtuluş” fikriyle ortaya “Yakup’un Oğulları” adında radikal dinci bir grup çıkar. Amerika başkanı ve yöneticiler öldürülür, meclis binası bombalanır ve ele geçirilen devlet Gilead Cumhuriyeti şeklinde isim bulur. Oldukça totaliter bir rejim kurulur ve kadınlar giderek evlerine hapsolurlar. Ve bu sistemin devamlılığını sürdürmek için doğurganlığını kaybetmeyen kadınlar Red Center adında bir kampta bir araya getirilip, ülkenin yöneticilerinin evine “hizmetçi” daha doğrusu “damızlık” olmak üzere yetiştirilirler. Zorla tutulan, işkence edilen, ruhani bir kılıf altında köleleştirilen, dış dünyayla iletişimleri kesilen, isimleri değiştirilen, ailelerinden koparılan, kimliksizleştirilen bu damızlık kadınların yapmak zorunda oldukları tek bir şey vardır: hamile kalmak ve bebeklerini hizmetlerinde bulundukları yönetici çiftlere verip, başkalarının hizmeti altında aynı göreve devam etmek. Damızlık kadınlar, ev sahibeleri ve komutanların eşleri, hizmetçi Martha’lar ve damızlık eğiticisi kadınlarla dizi tamamen kadınların etrafında dönen bir hikayeden oluşuyor. Kadınlara biçilen görevler, kadınlar tarafından belirlenmiş ve sistemin devamı için yine bu kadınlar çalışıyor. Erkeklerin yönettiği bir kadın ülkesi.

Tüm bu rejimin temelinde ırklarının devamının gelmeyeceğinden korkan Yakup’un Oğulları kendilerine yeni bir din icat ederken, kadının aslını unuttuğu için kısırlık belasının Tanrı tarafından başlarına geldiğine duydukları inançla hareket etmektedirler. Kadınların alanı küçüle küçüle rahimde sıkışmıştır, zaten doğuramayan kadınlar da ülke dışına en azından toplum dışına koloni denilen yerlere gönderilmiştir.

Kadınların asli görevinin çocuk doğurmak, dünyanın dönmesini sağlamak, erkeklere bakmak, yuvalarını kurmak, yuvalarını korumak gibi kısır bir dairede yer aldığını düşünmeyen erkek sayısı -zor da olsa saymaya kalksak- hesaplanır cinsten. Şimdi yeniden başa dönelim; kadınların hapsedildiği bu kısır daire, gerçek bir daireye dönüşüyor çoğu evde. “Ev” ve “işleri” kadının üzerine adeta bir rahim gibi ipotek ediliyor. Zaten zayıf olan kadını dışarıdaki vahşi kurtlardan koruyan, onun tüm varoluşunu gerçekleştirdiği alan. Zaten meselenin özü de bu değil mi? Kadın ya da erkek olsun ona bir “asıl” atfetmek, yaradılıştan o cinse verilen bir görev olduğunu varsaymak ve bunun ideal ilahi düzen olduğunu vehmetmek. Cinsel roller ekseninde kadına yakıştığı varsayılan bütün profesyonel işlerden ev içindeki emeğe kadar kadının yapısına uygun olduğu varsayılan her şeyi bu bağlamda düşünebiliriz. İşte an gelir o kadınların rahmi bizim evimiz olur.

Dizinin bir sahnesinde yönetici kadrodan Komutan Waterford bu sistemi nasıl düşündüklerini soran hizmetçisine “Daha önce yaşananlara baktık” gibi bir cevap veriyor. Cevap çok basit, diyor ki: “Bu fikirler bizim aklımızda hep vardı, daha önce ufak ufak denedik, cesaret edemedik, yaptık bozguna uğradık…”

Bu distopyada ve diğerlerinde de birilerinin ütopyası yatıyor. Üstelik o birilerine hiç de uzak değiliz. Son zamanlarda kadınlar hakkında söylevlerine dini içerik katıp nefret kusan adamlara bakınca kim bilir akıllarından neler geçiyor diye düşünmemek elde değil sevgili kadınlar.

Daldan dala atladığım ve fakat tek bir şey söylediğim bir yazı oldu. Evet, söylüyorum.

 

*Leslie Gore’un 1963 tarihli şarkısının “Bana Sahip Değilsin” anlamı taşıyan ismi.

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın

site açmak