Sevilen ve sıkça takip edilen Yazar ve Aile Danışmanı Hatice Kübra Tongar yeni kitabı Çeyiz ile kitapseverlerin evlerine tekrar konuk oluyor.
Nesilden nesile aktarılan korkuların, kederlerin, tebessümlerin, kırık kanatların, kabuk tutmuş yaraların, yarına saklanan umutların yaşamın bağrından akan iyileşme hikâyelerini konu alan “Çeyiz” sadece kadınların değil erkekleri de ilgilendiren bir çok noktaya parmak basıyor.
- İsmiyle içeriğiyle çok çarpıcı bir kitap ÇKadın veya erkek diye düşünmeden sorarsak hepimiz çocukluktan aldığımız yaraları çeyiz olarak yetişkin evimize mi taşıyoruz?
Hepimiz çocukluktan getirdiğimiz çeyizlerimizi yetişkinliğimizde dizeriz. Bizim kuşaktan gelen çeyizler ise genellikle yara bere içerisindedir. En nihayetinde öyle çok pedagojik ortamlarda yetişmedik. Bizim çocukluğumuzun nasıl olduğunu çeyiz kitabında karakterler kendi diliyle anlatıyor: Sopa yiye yiye kendisini sıpa sanan, terlik yedikten sonra getirdim ‘annecim’ terliğini diyen, dayak yedikten sonra masanın altında geçip ders çalışmaya çalışan çocuklardık. Büyüdük yetişkin olduk sıpa olduğumuzu kabul ettiğimiz için semer yükleyenleri hayatımıza seçtik, semer yükleyenleri de bizi sevenler sandık, ya da bizden kaçanları kovalamakla geçip durdu ömrümüz. Yani çeyizimizde her ne getirdiysek onu sevgi sandık yetişkinliğimizde. Ne zamanki iyileşmeye başlıyoruz işte o zaman çocukluk yaralarımızı sarıyoruz.
- Anne babamızın ilişkisine benzer şemaya sahip ilişkiler kurmamız, bir yönüyle doğduğumuz, büyüdüğümüz evde kırılanı yeni bir ilişkide tamir etme çabası mı?
Yetişkinlik yaşamımızda, anne babamızın çocukluğumuzdaki davranış şekillerine benzer davranışları kendimize seçeriz. Bunun nedeni zihnin alışık olduğu şeye yönelmesidir. Yani bugüne kadar annesinden dayak yiyen bir kız çocuğu büyüyüp yetişkin olduğunda fiziksel şiddete maruz kalacak ortamlardan kaçmaya çalışmayacak. Çünkü nereye kaçabilir ki? O genç kızın bildiği yoldan başka bir yolu yok. Küçük bir çocuk düşünelim annesinden dayak yer ama gider yine annesine sarılır çünkü o çocuğun başka sığınacağı bir yer yoktur.
- Eşimizden anne babamızın veremediğini tahsil etmeye mi çalışıyoruz?
Yetişkinliğimizde ya çocukluğumuzdaki yuvaya benzer yuvalar arar dururuz ya da anne babamızdan alamadıklarımızı eşimizden ya da çocuğumuzdan söke söke almaya çalışırız. Mesela anne babası tarafından sürekli aşağılanan bir erkek çocuğu düşünelim, bu çocuk yetişkinliğinde, eşinin her hareketinde fiziksel olmasa da ruhsal olarak yakasına yapışacak ve küçüklüğünde hor görülmenin bedelini bir şekilde almaya çalışacak. Böyle bir evlilikte mutlu kalmak mümkün mü? Ya da tam tersini düşünelim çocukluğunda sürekli terkedilmekle tehdit edilen bir genç kız eşinin yakasına yapışıp bir saniye bile ondan ayrı kaldığında kalbi yerinden çıkmasın diye eşinin kalbine ve yaşamına yük olmaz mı? Çocukluk yaraları öyle birilerinden tahsil ederek ödenmez, yaraların üstündeki kabukları canımız acıya acıya kaldırırız ama sonra yeniden küllerimizden doğmuş gibi oluruz. Yani iyileşiriz…Yani kendimizle güvenli bir bağ kurunca dünyanın güvenli bir yer olduğuna da inanmaya başlarız.
Kadınlar iyileşmeye daha gönüllü, kendini anlamaya daha mı hevesli? Sizin kahramanlarınız olsun, bu türdeki metinlerin okuyucusu da genelde kadın. Erkekler iyileşmekten mi korkuyor çözülmekten mi?
Aslında bunu kadın erkek ayrımı olarak düşünmememiz gerektiğini düşünüyorum. İyileşmeye niyet eden herkes iyileşir, iyileşmeye gönlü olmayan kişi de o hayatta kendisiyle birlikte kendisine eşlik etmek zorunda olanları da hastalığa mahkûm eder. Mesela bana öyle çok erkek danışanım gelmiştir ki duygusal olarak olgunlaşmayan annenin elinde büyüyen ya da öyle çok kadın danışanım gelmiştir ki duygusal olarak olgunlaşmamış baba evinde büyüyen… Kadın ya da erkek olsun fark etmez iyileşmek istemeyen her insan çözülmekten korkar, çünkü her çözülme beraberinde bir çözüm ve sorumluluk gerektirir. Ama gün gelir ne zamanki hayat ıskalanmaya başlar o zaman bir bir çocukluk yaraları dökülür, çözülür, böylece iyileşmede beraberinde gelir…
- Yappıştır hikayesi çok eğlenceli çok ilginç. Kadınlara özel mekanlar, kuaför gibi, bu öyküdeki ağdacı gibi, bir kadının en gerçek olduğu yerler mi?
Yappıştır öyküsünde hem kendim hem de çevremdeki eş dost ile epey gülüştük. Biraz ağır yaşam öykülerinin arasına yaşamın diğer tarafındaki bazı gerçekleri de serpiştirmek istedim. Nitekim öyküde çeşit çeşit iyileşme yöntemleri var. Kimi terapiste gidiyor ama sürekli karşındakini suçlamaktan iyileşmeye adım atamıyor hatta verdiği randevuya gelmiyor, kimi terapiye gidiyor iyileşmek için emek veriyor, kimi kendi yöntemleriyle iyileşmeye gayret ediyor, kimi gördüğü bir rüyadan yarasına ışık sızdırıyor… Hayatta bunun gibi yöntemlerin yanında bir de bizi dinleyebilen ve anlayabilen eş dost terapi gibidir insana. Suzan abla kendisine gelen her müşterisine kalbiyle yaklaşıyor ve onları yürekten dinliyor. Aslında bazen ihtiyacımız olan tek şey dinlenmek ve hissedilmek…Bu öyküde bunu fark ediyoruz.
- Travma anlatılmayandır diye bir söz vardır. Travmayı çözmenin yöntemi bu mu? İfade etmek. Anlatmak.
“Herkes korkutucu travmatik deneyimlere karşı sabırlı olamaz. İyileşmek için önemli olan şey, acı veren duyguların tamamen irdelenmesidir” der Ellen McGrath. Bu söz travmatik durumların üstü kapatılarak çözülmeyeceğini anlatır bize. Zira fiziksel temizlikte de görüntüde olan yerleri temizleyip görünmeyen yerleri temizlemek belli bir süre sonra görünmeyen yerlerde kirlerin görünmesine sebep verecektir. Çünkü o güne kadar görünmeyen halının altı, koltuğun altına hiç dokunulmamış en ufak bir rüzgârda tüm tozlar üşüşmüştür. İşte ruhumuz da böyle… Uykuda olan, uyuduğunu düşündüğümüz tüm kötü yaşanmışlıklar bir gün ansızın kapımıza gelebilir. Maharet o ki kapımıza gelen bu travmalarda yaşamımızı yeniden entegre edebilmek. Nitekim literatürde travma sonrası büyüme kavramı geçer. Yaşanan bir acı deneyimden sonra o acının paylaşılması ve o acıdan farkındalık kazanılması kişiyi eskisinden daha iyi bir konuma getirebilir.
Aile dizimi son günlerin en popüler konusu. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
Çeyiz kitabımın sloganını, ‘Çocuklarımızın Hayatında Bıraktığımız İz: Çeyiz’ olarak belirlemiştim. Çocukluğumuzdan gelen izler yetişkinliğimize sirayet eder ancak bizler ailelerimizin ya da geçmişimizin kader mahkumlarıyız diyemeyiz. Bu bizim sorumluluk kavramını üzerimizden atmamızı sağlar. Oysa herkes bu yaşamda kendisinden sorumludur. Elbette geçmiş yaşanmışlıkların izlerini taşırız ve bu yaşanmışlıkları aile dizimi gibi bazı psikolojik tekniklerle fark etme yoluna gidebiliriz ama burada önemli var olan bu izlerle ne yapacağımızdır. Eğer bu fark ediş sorumluluk alıp, harekete geçerek iyileşmeye sebep oluyorsa ne ala. Yaraya merhem sürmeye niyetliysek her psikolojik yöntem faydalı ve anlamlı olabilir, yok değilse bu farkındalık ne işe yarar ki?