Aşıkların Namazı

Geçenlerde size ‘‘su’’dan bahsettik, sevgili Aysha okurları…

Hani size sorarlar: ‘‘Ne konuştunuz?’’

Cevap verirsiniz: ‘‘Hiç! İşte, havadan sudan konuştuk…’’

Yani, boş konuştuk bağlamındadır, bu ifade.

Ne kadar ayıp ediyoruz aslında günlük hayatta. Çünkü o kayıtsızca küçümsediğimiz ‘‘hava’’ ve ‘‘su’’ aslında bize ‘‘can’’ verendir. Yaşamamız için ‘‘Canan’’ın bize verdiği en güzide hediyedir.

Kıymet bilmemeye daha dilimizden başlıyoruz.

Hava alamasak da, havayı veremesek de yaşayamayız. Su da öyle; canlılık veren ‘‘bir’’ numaralı ihtiyacımız.
Kıymet bilmediğimiz için de ekolojik olarak her iki ‘‘anasır-ı erbaa’’yı kirletiyoruz.

Boşuna tasavvufta ‘‘eline, beline ve diline hakim olacaksın’’ denmiyor!

İslam, farkındalıktır.

Allah’ı, Adem’i, Alem’i fark etmek. Tanımak. Bilmek. Sevmektir.

Ve tasavvufun ‘‘simetrisi’’ vardır.

Size pozitif enerji olarak yansıyan o ilahi ‘‘sinerji’’ işte bu simetri üzerine kurulmuştur.

Allah’ın (cc) Esma-ı Hüsnası dediğimiz o 99 ismini düşünün. Aralarında -ilk bakışta- birbirleriyle çelişik anlamlar taşıyanları vardır. Oysa ki, burada tezat değil, tamamlayıcılık vardır.

Tasavvuf, Allah’ın ilmini anlamaya çalışma (fehmedebilmeği) demektir.

O nedenle tasavvuf, bu zıtlıkları hayatın akışındaki tezatları belli bir ‘‘armoni’’ içinde görür.

Zahir/batın; evvel/ahir, ezel/ebed, soyut/somut, maddi/manevi gibi…

İşte, bu farklılıkları ‘‘birlemek’’ hayata sufi bakışı içerir.

Sudan bahsediyorduk.

Su’yun mistik boyutu malum, geçenlerde bahsettik. Maddi ve manevi temizlik su ile sağlanır.

Abdest almak bize bunu öğretmelidir.

Herkes abdest almayı bilir, diyelim. Önemli olan dıştan yıkadığımızın (beden) içine/ derinine sızabilmek, nefsi temizleyebilmektir.

Sufiler buna odaklanırlar.

Onlar her daim abdestlidirler.

Abdestsiz yere basmazlar.

Ve onlar ‘‘iç abdest’’e özen gösterirler.

Ünlü Allah dostlarından Bayezid-i Bestami (ks) şöyle der:

‘‘Ne zaman gönlümden dünya geçse, abdest alırım; ne zaman ahiret geçse gusül abdesti alırım.’’

Ahiretten zevk almak, ona göre cünüplüktür! Cennet beklentisi ile yaşamanın/ davranmanın ayıbını anlatmaya çalışıyor bize…

Abdest almak, genellikle, namaza durmak içindir.

Namaz dinin direği, müminin miracı… Öyle buyuruluyor.

Büyükler ‘‘masivadan/dünyadan (=dünyevilikten) kopmak abdestle, Hakk’la buluşmak namazla olur’’ derler.

Namaz sadece vazife değil.

İslam’ın şartı. Evet, ama bu ibadetten zevk almak, müminin safası olarak görmek, seccadeye o hal ile koşmak, kulağı her dem ezana dikmek lazımdır.

Namazı ‘‘vuslat yolu’’ olarak telakki ederseniz, işte o zaman lezzetine doyum olmaz.

Namaz, sadece bedenle değil, gönülle (asıl gönülle) kılınmalıdır.

Ne güzel vurgulamış, Cenab-ı Pirim:
‘‘Allahım! Namazda gönlümü tam manasıyla sana veremezsem, ben bu namazı namaz saymam!’’

Kutbu’l arifin gavsü’l vasılîn Hz. Hüdavendigar Mevlana Celaleddin-i Rumî, Divan-ı Kebir’inde ki bir gazelinde aynen böyle buyurur.

‘’Namaz, illa namaz!’’

Ve devam eder:
‘‘Ben yüzümü Sen’in (Allah’ın) aşkından ötürü kıbleye çevirdim! Yoksa Sen’siz namazı ve kıbleyi ne yapayım?’’

Bu bilinçle eda edilen bir namazı düşünün. İbadete muhabbetle yaklaşmak; özü budur işin. Önce Allah aşkı.

Sonra Allah korkusu ve bu minvalde mükafatlandırılma beklentisi…

Her şey belki ‘‘riya’’ ile yapılabilir, ama ibadet riyaya bulanmamalıdır.
Hz. Mevlana bunu vurguluyor:
‘‘Ben riyalı namazdan öyle utanıyorum ki, utancımdan gönlüme inemiyorum, Sen’i bulamıyorum.’’

Hz. Mevlana, zariftir. Kimseyi tenkit etmemeğe gayret eder. Burada kendini sanki eleştiriyor göstererek umuma mesaj veriyor.

‘‘Aslında, gerçekten namaz kılanın melek sıfatlı, melek huylu olması gerekir. Halbuki ben, hala nefse uymuş yırtıcı canavar huyluyum.’’

Hz. Mevlana aşıkların namazını dile getirir.

Böyle bir namazı o gâzelde ne güzel anlatır:
‘‘Benim namaz kılmaktan maksadım odur ki; namazda Sen’i gönlümde öyle bulayım, Sen’inle öyle beraber olayım ki, ayrılık derdinden artık hiç bahsetmeyeyim!

Yoksa, bu nasıl namaz olur ki?

Seninle oturayım da, yüzüm mihrapta, gönlüm çarşıda pazarda olsun!’’

Allah, mübarek eylesin namazlarınızı, aziz Aysha okurları…

Mim Kemal Öke

Yazarımız Prof. Mim Kemal Öke, siyaset bilimi profesörü, roman yazarı. “Atatürk’ün doktoru” olarak tanınan, kendisiyle aynı isme sahip Mim Kemal Öke’nin torunudur. 35 yaşında profesör olarak Türkiye’de profesör unvanını alan en genç kişi olmuştur.

Henüz Yorum Yok

Bir Cevap bırakın